İçeriğe atla

Eski Yazarlar

FED reeskont oranını düşürüyor. Peki bu ekonomiyi nasıl etkiliyor ?

Amerika’da sürekli ekonomik sorunlar çıkıyor ve piyasalar karışıyor. Gözler hemen FED ‘e çevriliyor. Herkes FED ‘ten piyasalara müdahale bekliyor. Merkez bankalarının piyasaya müdahale etmede en etkili iki silahı açık piyasa işlemi ve reeskont faiz oranıdır. Merkez bankalarını amacı piyasalardaki dengeyi sağlamaktır. Piyasalarda aşırı bir tepki sonucun oluşacak dengesizlikleri gidermekle yükümlüdürler. Örneğin Türkiye Merkez Bankası’nın sitesine girdiğinizde en tepede Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın temel amacı fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmektir. ? yazısını görürsünüz.

Açıklamaya çalışacağım bu konu elbette ekonomi içersinde ya da ekonomi öğrencisi olanlar için gereksiz bir yazı gibi görülebilir. Fakat bu yazıyı yazmamdaki amaç ekonomi içersinde olmayan ve bu işleyişi bilmeyenlere açıklamaktır.

Reeskont nedir?
Repo’yu açıklamakla başlayalım. Repo; sabit getirili bir menkul kıymetin daha önceden anlaşma sağlanmış şartlarda, belir bir süre sonra geri alma taahhüdünde bulunarak bankaya devredilmesidir. Bunun için banka sizden değeri üzerinden iskonto almaktadır. Buna repo oranı ya da iskonto oranı denmektedir. Reeskont ise; ikinci kez iskonto anlamına gelmektedir. Bankalar da ellerindeki bu menkul kıymetleri MB’sında belli bir süre geri almak şartıyla devretmektedir. Merkez bankası da bu menkul kıymetten kendi iskontosunu almaktadır. İşte merkez bankasının almış olduğu bu ikinci iskonto oranına reeskont oranı denir.

Peki, reeskontun günlük hayatımıza ne gibi bir etkisi var?
Gelin bunu güncel hayattan bir örnekle açıklayalım… Çevrenizdeki mağazalara bir bakın. Çoğunda hatta hemen hemen hepsinde vadeli ya da peşin fiyatına taksitle satış imkânı vardır. Cebinizde paranız olmasa da gidip alış veriş yapabilirsiniz. Peki, mağaza sahipleri bunu sizi sevdikleri için mi yapıyor dersiniz? Tabi ki hayır. Çarklar şöyle dönmektedir.. Siz gittiniz ve 4500 YTL değerinde alış veriş yaptınız. Mağazacı ödeyeceğiniz tarihe göre üzerine vade koyarak size bir senet imzalattı. Diyelim ki 4500 YTL’lik bir tutar için 3 aylık bir vade süresinde 5000 YTL’lik bir senet imzalattı size. Siz malları alıp gideceksiniz ve 3 ay sonra 5000 YTL ödeyeceksiniz. Peki mağazacı ne yapacak? Malları sattı ama elinde sadece bir senet kaldı. Mağazacı bankaya gidecek ve 3 ay vadeli repo yapmak istediğini söyleyecek. Banka o anki reeskont faizlerine bakarak bir repo oranı söyleyecek mağazacıya. Örneğin diyelim ki repo oranını %25 olarak belirledi banka ve mağazacının elindeki 5000 YTL için 3 ay vadeli olarak 4700 YTL ödemeyi teklif etti. Mağazacı da senedi teslim ederek 4700 YTL’lik tutarı aldı ve mağazasına geri döndü. Peki, banka ne yapacak şimdi? Bankadan 4700 YTL’lik bir çıkış oldu ve elinde 3 ay sonra tahsil edebileceği bir senet var. Banka da bu sefer mağazacının yaptığını yapacak. Merkez bankasına gidecek ve senedi ikinci kez iskontoya tabi tutacak. Merkez bankasının reeskont oranı diyelim ki %17 olsun. 5000 YTL’lik senet için 3 ay vadeli olarak bankaya 4800 YTL verecek. Banka bu tutarı alarak kasasına koyacak. Sizin imzaladığınız senet merkez bankasının kasasında vadesini beklemeye başlayacak.

3 ay sonraya gelelim. Banka, merkez bankasına 5000 YTL ödeyerek reeskonta tabi tuttuğu senedi geri alacak ve mağazacıyı bekleyecek. Mağazacı geldiğinde o da bankaya 5000 YTL ödeyerek senedini geri alacak. Mağazacı da müşterisini beklemeye koyulacak. Siz de gidip vaat ettiğiniz 5000 YTL’ yi ödeyerek senedinizi alacaksınız.

Şimdi gelelim kar durumlarına…

Bugünlerde yaşananlar yeni bir ekonomik buhranın habercisi mi?

Konjonktürel dalgalanma reel gayri safi milli hasılanın belirli bir trendi izleyerek yukarı aşağı dalgalanmasıdır. Her bir yukarı ve aşağı hareketin toplamına konjonktür dönemi denir. Yukarı doğru hareket genişleme diğer bir ismiyle boom dönemidir. Reel GSMH ‘nın arttığı yani ülkede üretimin arttığı, ülkenin büyüdüğü bir dönemdir. Daha sonra bir durgunlun dönemi izlenir. Durgunluk bir ülkede üretimin azalması ya da durması, ekonomi piyasalarının yatay bir trend üzerinde seyir izlemesi anlamına gelmektedir. Bu durgunluk için biçilen süre 6 ay ya da 1 yıl gibi bir süredir. Aksi takdirde resesyon diğer bir isimle daralma dönemi başlar. Resesyon dönemi ülkede üretimin azalması, ülkenin büyüme yerine küçülmesi anlamına gelir. Resesyon döneminde ülkenin reel GSMH ‘sı azalmaktadır.

Bu grafik herhangi bir ülkenin durumunu göstermemekte olup sadece örnek için çizilmiştir. Grafikte görmüş olduğunuz siyah çizgi reel GSMH’nın dalgalanmasını, kırmızı çizgi ise izlediği trendi göstermektedir.

Konjonktür dönemi bir genişleme ve bir daralma dönemi içermektedir. Genişleme döneminde piyasada likitide bolluğu vardır. Ülkede üretim artmaktadır ve ülke büyümektedir. Bundan birkaç yıl öncesinden başlayarak günümüze kadar bir genişleme dönemi içersideydik. Piyasada likitide boldu ve insanlar paralarını değerlendirecek pozisyon arıyordu. Üretimler sürekli artmaktaydı çünkü likitide bolluğu olduğu için piyasada mallara olan talep çoktu. Talep arttığı için ve tam istihdam seviyesinde bulunmadığımızdan ötürü arzı da bu oranda arttırabiliyorduk. Arzın artması da GSMH’yı arttırmaktaydı. Global ekonomide bir ülkenin büyümesi demek diğer ülkelerinde büyümesine katkı sağlaması demektir. Çünkü yapacağınız ihracat başka ülkelerin ithalat yapma isteğine göre şekillenmektedir. Küçülen bir ülke ithalat yapmak istemeyecektir ve bu da sizin ihracat yapamayacağınız anlamına gelir. Sizin büyümenizi de etkiler. Fakat tersi bir durumda yani başka bir ülkenin büyümesi ve ithal malına olan talebi sizin ihracatınızı arttırıp gelir sağlayacaktır. Siz de bu sayede büyümekte hızlanacaksınızdır. İşte birkaç yıla kadar hep böyle bir durum izlendi. Herkes büyüyordu ve büyümeler başka ülkelerin büyümesini de sağlıyordu. Global piyasada likitide boldu. Yatırım yapmak için para sıkıntısı yoktu ve istediğiniz bankadan kolaylıkla kredi alabiliyordunuz. Bankalar kredi vermek için birbirleriyle yarışıyordu.
Okumaya devam et

Mortgage krizinin etkisi katlanarak artıyor…

Bundan yedi ay önce yani 2007’nin ağustos ayında Amerika’da bir kriz patlak vermişti. Müsaadenizle bir hatırlayalım ne olmuştu da kriz çıkmıştı. Bankalar tarafından bundan birkaç yıl önce mortgage kredileri verilmekteydi ve bu kredilerin büyük kısmı değişken faizli kredi yani subprime mortgage kredisiydi. Daha sonra bankalarda bu alacaklarını teminat göstererek bir fon oluşturup satmaktaydı. Bir yatırım aracının faizi yüksek ise riski de yüksek demektir. Türkiye’de Varlığa Dayalı Menkul Kıymetâ€? olarak bilinen bir yatırım aracına benzeyen Hedge Fonâ€?lar şeklinde bankalar ellerindeki bu alacak senetlerini satmaktaydılar. Yatırım şirketleri de getirisinin yüksek olması nedeniyle bu fonlardan satın aldı. Az önce belirttiğimiz yüksek risk meydana geldi. Ne oldu? Bankaların alacaklarını teminat göstererek sattıkları bu senetler geri ödenmedi kredi alan kişiler tarafından. Böyle bir durumda hedge fonlar tamamen güvensiz konuma geldi ve fiyatları düştü. Yatırım şirketlerindeki fonlar yatırdıkları anaparayı karşılayamaz duruma geldi. Bankalar alacaklarını temin edemedikleri için likitide sıkıntısına girdiler. Yatırım şirketlerinin ellerindeki fonların değeri de çok fazla düştüğü için onlar da büyük zararlara uğradılar. Tüm bu olumsuz gelişmeler borsaya yansıdı. Borsada büyük düşüşler meydana geldi. Amerika’daki bu durum tüm ülke borsalarını korkuttu ve büyük miktarda satışlar meydana geldi.

Bu durum evet çok kötüydü ama o zaman kimse bilmiyordu boyutunu. Çünkü herkes kendi kayıplarıyla uğraşmaktaydı ve kimse başkasının durumuna bakamıyordu. Ortalık duruldu ve krizin maliyeti açıklanmaya başladı yavaş yavaş. Bu dalgalanmanın dünyaya maliyeti 100 milyar $’ı geçti. Rakam oldukça ürkütücüydü. Fakat her şey bitmiş miydi? Maalesef hayır, bu durum sadece başlangıçtı. Çünkü piyasalardaki likitide sorunu çözülmüş değildi. FED henüz müdahalede bulunmamıştı ve bir durum analizi yapmaktaydı. İkinci bir şok dalga Amerika dışındaki ülkelerden geldi. Avrupa ve Asya borsaları büyük düşüş yaşadı. Piyasalar ikinci bir kez dibi gördü. Büyük baskıların da sayesinde FED piyasalara müdahale ederek reeskont faiz oranında 50 puanlık bir indirime gitti. Bu hasta bir insanın hastalığını geçiren asıl ilaç değil de sadece ağrılarını kesebilecek bir tür ağrı kesiciydi. Bu iki günlük dalgalanmanın İMKB ‘ye maliyeti 49.881 puandan 44.730 puana toplamda %10’luk bir düşüş oldu. FED ‘in müdahalesinden sonra %4,13 ‘lük bir artış meydana geldi. Dalgalanmanın şiddeti artık azalmıştı. Piyasalar toparlanmaya başladı o günden sonra.

Ve gelelim bugünümüze…
Okumaya devam et

Amerika’da dil eğitimi

uta.jpgSonunda bir hayalim daha gerçekleşti ve ben Amerikadayım 🙂 Yazın buraya gelme planlarıyla bazen seviniyor bazende hiç bilmediğim bir ülkede nasıl bir hayat bekliyor beni diye düşünerek geriliyordum. Hemde bu benim ilk yurtdışı seyahatim olacaktı. Amerikadan Mehmet’i tanımak benim için çok büyük şanstı. Onunda desteği ve yardımlarıyla nihayet Ocak’ın ilk haftası geldim. Tekrardan Mehmet’e bana hiçbir zaman unutmayacağım desteği için sanal alemden teşekkürler 🙂 Oturduğum sitede ve okulda Türk arkadaşların olması buraya kolay alışmam ve yalnız kalmamam için büyük destekti. Amerikaya gelmek istememin nedeni yabancı dil öğrenmek ve inşallah üniversiteye devam etmek. Şuanda Teksas’ta bir üniversitenin (University Teksas of Arlington) dil okuluna gidiyorum. Eğer üniversite okumak yada master,doktora yapmaya gelmekse niyet üniversitenin dil okullarına gitmek uygun olur. Çünkü herşey çok detaylı anlatılıyor. Eğer sadece pratik konuşma yada sokak ingilizcesi ögrenmek istiyorsanız dil kursları daha uygun olur hemde fiyat olarakta daha ucuz. Okulun ilk haftası ögretmenlerle tanışma, kampüsü gezmek ve seviye tesbit sınavlarıyla sınıfların belirlenmesiyle geçiyor. Benim okulumda dersler şu şekilde üçe ayrılıyor: Grammar/Writing & Reading & Listening/Speaking. Her derse farklı öğretmen giriyor ve hepside bence halimizden iyi anlıyorlar. Derslerde bazen kaset dinliyoruz, projektör ile perdeye yansıtılan resimler yada videolar izliyoruz, oyunlar oynuyoruz yada bilgisayar labaratuarına gidip paket programlarla çalışıyor kelimelerin nasıl söylendiğini dinliyor sonrada biz kulaklık ile aynı kelimeleri okuyup dinliyor ve nerelerde hata yaptığımızı duyuyoruz. Özellikle oyunlar kelime ezberlemizde çok faydalı oluyor. Burada ev ödevlerine çok önem veriliyor. Bütün ögretmenler akşamlarımızı ödevle dolduruyorlar ve mutlaka ertesi gün kontrol ediyorlar, ödevlerdende not alıyoruz. Daha ikinci hafta reading ögretmeni elimize ingilizce kitap verdi ve bu dönem en az 80 tane kitap okumamızın mecburi olduğunu söyledi. Tabii kitaplar ince 30 sayfa civarında ama sonrada okuduğumuzdan emin olmak için ögretmenin yanında özetini yazıyoruz. Devamsızlık hakkınız çok az ve eğer aşarsanız okuldan atıyorlar. Uluslararası ögrencilerin tanışmaları için parti düzenlendi ve nerdeyse her hafta 2 kere spor yada eğlence etkinlikleri oluyor. Dil okulunda bu dönem Vietnamlılar çoğunlukta, onları Güney Koreliler ve Taiwanlılar takip ediyor. Sadece 5 tane Türk öğrenci var. Okula başvuru yaptığınızda size kabul belgenizi gönderirlerken Amerikada ihtiyacınız olacak paranın yaklaşık miktarını ve okulun evlerinin fiyatlarını, evin planını gönderiyorlar. Eğer Amerikada tanıdığınız, size önceden ev ayarlayacak birileri yoksa okulun evlerine başvurulmalı. Teksas’ta toplu taşıma olmaması nedeniyle ev okul mesafesini yürüme mesafesi olarak ayarlamak gerekiyor.
Burada bir bayan olarak hayretle baktığım şeylerden biri kıyafet konusu. Herkes ayrı telden çalıyor. Kimi 2 kat giyinmiş yanındaki şort terlikle geziyor. Okulda çalışan memurlar ve öğretmenler genelde terlik kullanıyorlar yani süsden önce rahatlıkları geliyor. Ben Türkiyede topuklu giyen öğretmenlerle okuduğum için kalın çorapla açık terlik giyen ögretmenlere hayret ettim. Türkiyede olsa hemen kıro deriz ama burada kıyafetler geri planda. Okula bir karış eteklede gelebilirsin, başını kapatıp pardesüylede. Müslüman ülkesi Türkiyede başörtü problemleri, kıyafetlerle millet kafayı yerken Amerikada başörtülü öğrencilere dönüp bakan yok. Hatta ders arasında çık bahçeye seccadeni yay namaz kıl. Geçen gün bahçede oturuken okulun binalarından birinin balkonunda bir müslümanın namaz kıldığını gördüm ve Amerikada bile bu kadar rahat dinimizi yaşayabiliyorken Türkiyede bunu yapan birinin ertesi gün haberlerde gazetelerde manşet olabileceğini düşündüm. Umarım Türkiyedeki eğitimcilerimizde başörtüsü konusuna takılmaktan kurtulup eğitim sistemine takılıp işlerini yaparlar.
Bir aylık süre içinde okulda yaşadığım deneyimlerim ve gözlemlerim şimdilik bu kadar. Amerikaya gelmeyi düşünen arkadaşlar varsa merak ettiğiniz, öğrenmek istediğiniz (vize,okul başvurusu v.s) konularda yazışabiliriz.

Bir öğrencimin bana öğrettikleri

Aşağıdaki Doğan Cüceloğlu’nun yazısı bugün e-mailime geldi. Sonofnights okuyucularıyla paylaşmak istedim.

Kaliforniya’da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, “Armudun iyisini ayılar yer” düşüncesi oldu.
Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi.
Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor.
Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:
“Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?
“Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini ”
“Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?
Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally’nin mahremiyetine ‘burnumu sokuyordum.’
Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, “O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim” dedi.
O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, “Sen benim kahramanımsın” duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım.
“Nasıl yani?” dedim.
“Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor.”
Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu “ayı” olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally’nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım.
Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, ‘Armudun iyisini ayılar yer’ diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally’nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı.

Birkaç hafta sonra Sally’e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles’in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. “Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir,” dedi ve iki gün sonra, “Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler,” dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco’ya gidecektim, Sally’nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim.
Bu planımı Sally’e söylediğimde Sally, “O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz,” dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach’ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally’nin ağabeyi Brian’ın evine vardık. Sally’nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian’ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı.

Ziyaret ettiğim bu güleryüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally’nin babası George’un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally’ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. “Evet” yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. “Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz”, dedi. Tüylerim diken diken oldu. Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından
yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George’a “Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz!” dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, “Tabii, onlar küçük insanlar!” yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki ‘Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?’ diyordu.
O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.
Bu güleryüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally’nin ağabeyi Brian’ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu.
Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles’ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14’te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı: ‘Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat başbaşa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary’le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.
Brian’ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu.
Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian’ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir ‘keşke’ olmayacak.
Sally’e sordum: “Baban seninle randevulaşır mıydı?”
“Evet”, dedi, “yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla başbaşa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, “Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!”. Gülümseyerek, “Nereden biliyorsun?” diye sordum.
“Biz Frank’le konuştuk” diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.
Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.
Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, ‘bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, ‘Ne yapabilirim?’ sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally’nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum.
Sally, içinde yetiştiği ailede, varoluşun beş boyutunu da doya doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, ‘Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın’, mesajı alır ve çocuğun CAN’ı beslenir.
Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, ‘Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim’, mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, ‘Ben sevilmeye layık biriyim!’ diye yoğrulur.
Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, varoluşun beş boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN’dır.

Sıcak para artık aşırı sıcak olmaya başladı

Çok soğuk bir kış günündesiniz. Artık titremekten yorulmuş bir haldesiniz. Isınmanız gerekiyor muhakkak. Ama nasıl? Sürekli hareket ederek ısınabilirsiniz mesela. Sürekli hareket etmek vücut ısınızı arttıracak ve üşümenizi engelleyecektir. Sürekli hareket ettikçe de ısınmaya devam edeceksiniz. Hatta belki terleyeceksiniz bile. Isınmanın bir yolu daha var. Kalorifer sistemi kurarsınız binanıza. Bunun için bir kazan alırsınız. Yakma işleri için de bir görevli tutarsınız. Maaşını da yüksek vermektesinizdir. O sizin için bu kazanı yakar ve size de hareket etme zahmetini göstermeden, sıcaklığın keyfini çıkarmak kalır. Görevli işini gayet iyi yapmaktadır. Sürekli sizi sıcak tutmak için kazana yakacak atmaktadır. Fakat bazı zamanlar kazana o kadar yakacak atmaktadır ki artık evinizde sıcaktan bunalmış bir hal alırsınız. Camları açıp içeriyi serinletirsiniz. Ama hiç görevliyi uyarmak aklınıza gelmez. Bir bakarsınız görevli sizden habersiz bir gün çekmiş gitmiş, işi bırakmıştır. Siz tabi eviniz sıcak olduğunu sanıp üstünüze ince giymişsinizdir. Bir sabah yatağınızdan kalktığınızda birden soğukluk bedeninize işler. Hasta olursunuz aniden, artık ısınmak için hareket etmeye bile takatiniz kalmamıştır. Görevli ortalarda yoktur ve sizi buz gibi bir evinizle baş başa bırakmıştır. Artık hastasınız, hareket edip ısınamazsınız bile…

Yukarıda anlattıklarım size ne ifade ediyor? Ortada çok soğuk bir kış günü varmış, birisi ısınmak için hareket etmek yerine kalorifer sistemi kurmuş ve buna bir de görevli tutmuş. Bu görevli ansızın işi bırakıp gitmiş. Türkiye’nin halinin de böyle olduğunun farkında mısınız peki?

Ülkemiz birçok krizler geçirdi. Krizlere karşı politikalar uyguladık. Şu an ekonomimizde her şey tos pembe gibi görünüyor. Türk Lirası dolar karşısında sürekli bir değer kazanmakta. Peki bu kurlar nasıl bu kadar düşük oluyor? Demek ki Türkiye ekonomisi çok iyi bir durumda ki dolar karşısında sürekli bir değer kazancımız oluyor. Öyle olduğunu mu sanıyorsunuz. Gelin ilk paragraftaki hikâyemizi Türkiye’ye uyarlayalım.
Okumaya devam et

Tasarruflarımız yavaş yavaş yabancıların kontrolüne geçiyor

Bir ülkenin enflasyonunun ayarlanması, para politikasının uygulanması ve denetlenmesi Merkez Bankasının görevidir. Merkez Bankası bu politikasını bankalarla birlikte yürütmektedir. Bankalar; tasarruf sahipleri ile kredi almak, yatırım yapmak isteyen girişimciler arasında aracılık yapan kuruluşlardır. Bankalar olmasaydı bizim tasarruflarımız yastığımızın altında kalır ve girişimcilere ulaşamazdı. Girişimciler finansman sağlayamadıkları için herhangi bir yatırımda bulunamazlardı. Bir ülkede yeni bir yatırımın olmaması demek o ülkenin büyüyememesi demektir aynı zamanda. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğu zaman bankaların bir ülke ekonomisi için ne denli önemli oldukları gayet iyi anlaşılmaktadır.

Fakat günümüzde tamamı Türk sermayeli banka neredeyse bulunmamaktadır. Yabancı sermayeli bankaların oranı %70’lere varmaktadır. Bir ülke için ne denli önemli olan bankaların yabancılar tarafından kontrol edilmesi, satın alınması demek o ülke için ciddi tehlike demektir. Bankalar piyasalara tasarrufçulardan aldığı paraları pompalamadıkları zaman ne olur? Ülkede üretim yavaşlar hatta durma noktasına gelir.

Avrupa Birliği ülkelerinde; Almanya’da yabancı sermaye payı yüzde 5, İtalya’da yüzde 8, İspanya’da yüzde 10, Hollanda’da yüzde 11, Danimarka’da yüzde 17, Avusturya, Fransa ve Yunanistan’da yüzde 19′ dur. Avrupa Birliğine üye ülkelerde bankalardaki yabancı payları bu seviyelerdeyken bizde %50lerde bir seviyelerdedir. IMF’nin işbirliği yaptığı diğer ülkelerde de yabancı payları %40 gibi seviyelerden %100 seviyelerine ulaşmaktadır.Peki bizim yabancı ülkelerde payımız var mı? Ne yazık ki şubemiz bile yok.

Okumaya devam et

Paranızı yastık altında tutmayın bankaya yatırın…

Günümüzde herkes para biriktirmek ister. 100 liramız varsa bunun 90 lirasını harcar, kalan 10 lirasını saklayıp kötü gün için biriktiririz. Peki o biriktirdiğimiz paralarımızı nerede tutarız? Evimizin en gizli yerinde, dolabın içinde ya da evimize aldığımız bir kasanın içinde değil mi? Peki buralarda saklanan paraların ekonomimiz için katkısı nedir? Gizli kapaklı yerlerde biriktirilen bu paraların enflasyonu arttırdığını biliyor musunuz peki?

Paramızı ekonomik ifadeyle yastık altında tutarsak şu sorunlarla karşılaşırız; işsiz vatandaşlar işsiz kalmaya devam eder, enflasyon artar, ülkemiz büyüme anlamında yerinde sayar, paranız durduğu yerde değerini kaybeder ve daha birçok olumsuzluk meydana gelir.

Şu senaryoyu kafanızda canlandırın. Paramızı bankaya yatırmadık ve evimizde kasamızın içine koyduk. Bankalar mevcut nakit paralarını girişimcilere kredi olarak dağıtmaktadır. Bir süre sonra piyasada para miktarını az olması nedeniyle kredi talepleri geri çevrilmeye başlanır. Çünkü dağıtabilecekleri nakit artık sınırlıdır. Kimse parasını bankalara yatırmıyor ve bu da bankalarda nakit sıkıntısına neden oluyor. Bankalar karlarını buna rağmen yüksek tutmak için bu sefer kredi faizlerini arttırma yolunu izlemektedir. Nakit sıkıntısı var ve girişimciler kredi talep ediyor. Girişimci kredi talebinde bulunuyor ve banka girişimciye nakit sıkıntısının olduğunu %3 faizle değil de %5 faizle kredi vermeyi teklif ediyor. Girişimci de faizi yüksek buluyor. Uygun kredi bulamadığı için de yatırım projesinden vazgeçiyor. Sonuç olarak ne oldu? Tasarrufumuzu bankaya değil de kasamıza koyduk. Piyasada nakit sıkıntısı meydana geldi. Girişimciler yatırım yapmak için kredi bulamadı ve projesinden vazgeçti. Projesinden vazgeçmiş bize ne..â€? diyebilirsiniz. Ama bu projenin iptal olması istihdamdaki büyümenin önünü tıkamış oldu. Yeni iş imkânları doğabilirdi ama nakit sıkıntısı yüzünden bu gerçekleşmedi. İşsiz olan vatandaşlarımız işsiz kalmaya, ülkemiz de büyüme konusunda yerinde saymaya devam etti.

Tersini düşünürsek ne olacaktı? Tasarrufumuzu bankaya yatırdık. Bankalarda nakit sıkıntısı yok. Hatta fazla miktarda nakdin bulunması nedeniyle faiz oranları aşağı çekildi. Girişimci istediği krediyi gayet rahat bir şekilde buldu ve yeni bir istihdam hacmi yarattı. İşsiz kalan bir çok insan bu iş yerinde iş buldu. Evine sıcak yemek götürmeye başladılar. Ülkemiz daha çok üretim gerçekleştirmeye başladı. Üretilen malların ihtiyacımızdan fazlası yurt dışına ihraç edildi ve ülkemize döviz girdisi oldu.. ve bunun gibi bir birini izleyen güzel şeyler zinciri…

Paramızı evlerimizde, kasalarımızda, piyasa haricinde bir yerlerde saklamamız enflasyonu arttırıcı etki yapar. O da şu şekilde geçekleşir. Merkez Bankası piyasadaki nakit paranın hesabını kuruşu kuruşuna bilmektedir. Bu miktarın dengesini tutturmakla yükümlüdür Merkez Bankası. Bu dengenin tutturulması da istikrara yol açar ve enflasyonla mücadele çok daha kolay olur. Fakat nakit paralar piyasada sürekli bir döngü halinde değilse, sabit bir şekilde bir yerlerde öylece tutulursa kimse karlı çıkmaz hatta piyasalarda duraklama olur. Çünkü ortada bir nakit sıkıntısı bulunmaktadır. Merkez Bankası da bu durgunluğu gidermek, likitideyi arttırmak için emisyon yolunu izler. Yani para basarak piyasalara nakit para sağlar ve hareketlilik getirir. Peki piyasalar hareketli iyi güzel ama yastık altında bulunan paralar bir süre sonra piyasalara geri döndüğünde ne olacak? İşte o zaman nakit paranın bolluğu yaşanacak ve bu da enflasyonu arttıracak.

İşin özeti şu.. Tasarruflarımızı yastık altında değil de bankalara yatırırsak bu paralar girişimcilere kredi olarak dağıtılacaktır. Girişimciler de bu paralarla yeni yatırımlar gerçekleştirip yeni istihdam yaratacaktır. Bu da ülkemizin büyümesine yol açacaktır. Kafanıza ilk takılan şey sanırım batan bankalardır. Ama ülkemizde TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) denen bir kurumun olduğunu da unutmayın. Yani bir bankanın paranızı karşılayamaz duruma gelmesi halinde bu kurum paranızı geri ödemekle yükümlüdür. Siz farketmeseniz de yatırdığınız her paranın bir kısmı bu kuruma sigorta primi olarak ödenmektedir.

Merkez Bankasını zahmete sokmayalım değil mi şimdi para bastırarak. En iyisi biz tasarruflarımızı bankalara yatıralım ve hem biz kazanalım, hem bankalar kazansın, hem girişimciler kazansın, hem de ülkemiz kazansın ve kalkınsın. Böyle olmasını kim istemez ki. İstemeyen mi var yoksa?

Girişimci aranıyor…

Mehmet arkadaşımın yazmış olduğu yazıya cevaben…

Mehmet arkadaşım üretimin olmadığından yakınmış yazısında, bu konuda tabi ki çok haklı. Ülkemizde yeteri kadar üretim yapılmamaktadır. Bunu da zaten dış ticaret açığından anlayabiliyoruz. Nedir bu dış ticaret açığı? Dış ticaret açığı, bir ülkenin yapmış olduğu ithalat miktarının yani dış ülkelerden almış olduğu malların, yapmış olduğu ihracat miktarından yani dış ülkelere satmış olduğu malların miktarından fazla olmasıdır. Bunun tersi duruma ise dış ticaret fazlası denilmektedir.

Üretim, doğada ücretsiz olarak bulunan herhangi bir şeyin herhangi bir şekilde işlenip iktisadi bir mal haline getirilmesine denir. Üretimin meydana gelmesi için bir takım etkenlerin birleşmesi gerekiyor. Bunlar; doğal kaynaklar, sermaye, işgücü, makine ve teçhizattır. Tabi ki de en önemli unsur girişimcidir.

Şimdi ülkemizde bu etkenlerden hangilerinin olup olmadığını kendimizce bir düşünelim.
Doğal Kaynak
Ülkemiz yer altı ve yer üstü zenginliği açısından oldukça zengindir. Hemen hemen her türlü üretimin yapılmasına olanak sağlayacak topraklarımız ve madenlerimiz mevcuttur.
Sermaye
Bankaların çarşaf çarşaf reklam yapıp, gelin kredinizi bizden alınâ€? sözlerine bakarak sanırım sermaye oluşturmanın hiç de zor olmadığını söyleyebiliriz.
İşgücü
Ülkemizde milyonlarca işsiz bulurken işgücünün bu etkenler arasında en kolay bulunanı diyebiliriz.
Makine ve teçhizat
Her türlü üretimi gerçekleştirmek için yeterli seviyede sanayi gelişmişliğimiz ve teknolojimiz ülke sınırlarımız içersinde mevcut.Eğer daha yüksek bir teknoloji istersek de ithal ederek bu isteğimizi gerçekleştirebiliriz.

Ve gelelim girişimcimize…
İşte ülkemizin en büyük sıkıntısı burada patlak veriyor. Yukarıdaki maddeleri nasıl bulacağımızı özet olarak anlattık. Ama girişimciyi nereden bulabiliriz gibi bir soruya vereceğimiz cevap yok. Çünkü girişimci; sizsiniz ya da biziz. Diğer tüm etkenleri bir araya getirip bir üretim mekanizması oluşturan, kar etme amacıyla yola çıkan, bu yolda zarar etme riskini göze alan kişilere girişimci denir. Ülkemizdeki en kıt üretim etkeni girişimcidir.

Bir şarkı vardı eskilerde bilir misiniz? İktisat derslerimizde bu sözü kullanırız arada sırada. Sözler şöyleydi;
-Bakkal amca, bakkal amca
-Ne var?
-Unun var mı?
-Var var
-Şekerin var mı?
-Var var
-Ne duruyorsun?
-Ne yapayım?
-Helva yapsana, helva yapsana…
Şarkı sözleri bunlardı. İşte bu noktada şu sıkıntımız var. Helva yapmak yani üretimi gerçekleştirmek için her şeyimiz var ama helva yapan yok. Helva yapacak birini bulamadıktan sonra un ve şeker o halleriyle kalır. Ama bir girişimci bu etkenleri bir araya getirip mal ortaya koyarsa üretim yapmış olur.

Girişimci az önce belirttiğimiz gibi, kar etme amacıyla yola çıkıp, bu yolda zarar etme riskini göze almış kişilere denir. Kar etme olasılığımız, zarar etme riskimizden yüksek ise o piyasada girişimci sayısı artar. Bankaların vadeli mevduat faiz oranlarının, yatırımların kar oranından düşük olması da girişimci sayısında artışa neden olur. Ülkemizin Merkez Bankası yıllık %18’lik bir faiz oranı vermektedir. Bu diğer ülkelere oranla çok çok yüksek bir faiz oranı sayılmaktadır. Merkez Bankasının faiz oranını bu kadar yüksek tutmasının nedenine kısaca değinmek gerekirse; döviz kurlarını düşük tutup, Türk lirasının değerini yükseltmek olarak cevaplayabiliriz. Girişimciler paralarını üretime yatırmak yerine, faize yatırarak riske girmeden para kazanmayı seçmektedirler. Riske girerek üretime geçmek için yatırım yapıp belki çok daha fazla bir getiri sağlayabilirler ama bu yatırımda ciddi bir zarar olması söz konusudur.

Ülkemizde güvensizlik büyük bir rol oynamaktadır. Bu güvensizlik özellikle Türk yatırımcılarda mevcuttur. Ülkemizde neden yabancı yatırımcı çoktur? Çünkü yabancı yatırımcılar ülkemizde Türk yatırımcıların göremediği bazı noktaları daha iyi görmektedirler ve riske girmekten kaçınmamaktadırlar. Türk yatırımcı bir yatırım yapmak istediği zaman piyasalara bakar, piyasalar dalgalı bir seyir izliyorsa İstikrarı beklemek en iyisiâ€? der. Fakat piyasalar istikrar kazandığı zaman ise Biraz daha beklemekte fayda var. Ne olacağı belli olmaz bu istikrarınâ€? derler. Yani her iki türlü de bir ürkeklik söz konusudur. Hâlbuki girişimci olmak için en öncelikli kural riski göze almaktır. Ülkemizde bu riski göze alıp yatırıma geçen girişimci sayısı çok azdır. Kaldı ki bu kadar işsiz varken işgücü yoğun bir politika izleyerek maliyetleri düşük tutmak mümkündür. Özellikle devletimiz de girişimcileri teşvik için özel tekliflerde bulunmaktadır. Örneğin girişimci olduğunuzu kanıtlayıp projenizi öne sürdüğünüz zaman devlet size uygun bir arsa tahsis ederek, o arsadan da uzun yıllar karşılık almamaktadır.Vergilerden de belli oranlarda muaf tutmaktadır. İşte bu noktada korkan Türk yatırımcıların yerini riski göze alan yabancı yatırımcılar almaktadır.

Devlete düşen görev, girişimcileri teşvik etmeye devam etmek. Girişimcilere düşen görev ise, riski göze alıp üretim faaliyetine geçmek. Devletimiz artık o kadar kolaylık sağlamaktadır ki girişimcilere. Yeter ki kafanızda bir iş projesi olsun ve uygun kurumlara Ben girişimciyim ve şu şu projemi hayata geçirmek istiyorumâ€? diyin. Geri kalan her adımda devlet sizin elinizden tutacaktır.

Gidebilmek Cesaret İster..

affetmek11.jpgDışarıda yağmur yağıyor, aralanmış camdan dışarı bakarak ağlıyor..Yüzüne vuran yağmur damlaları ile gözyaşları karışmış akıyor yanaklarından. Yağmurum sesi daha da hüzünlendiriyor, ağrılığı terk edilmişliği, o anki çaresizliğini yüzüne vuruyor. Buğulanan cama adını yazıp, aramaz bir daha inatçıdır diyor. Bu sefer bende aramayacağım, söz veriyor kendine..
Bir tek sen değilsinki bu acıyı yaşayan, ne ilk nede son belkide.. Mutlaka çıkarılacak dersler var “Ben nerde yanlış yaptım, seviyorsundur sandım..olmadı” diye söylüyor şarkısını. Birkere arasada öfkemi kussam, haksızlığını, artık benimde onu istemediğimi söylesem. Gidebilsem..
Gidebilmek cesaret ister.
Gitmek gerekir bazen bir insanın acıma duygusunu hissettirmemek için. Haketmediği sevgiyi göstererek, kendine haksızlık etmemek için. Gözünü kör eden aşktan kurtulmak gerekir, gözlerini iyi açman gerekir ondaki aşkın bittiğini, artık istenmediğini görmek için. Belli eder zaten umursamaz tavırları, özlemeyişi, buluşmaların seyrekleşmesi, kendini işine gücüne verip yoğunum vaktim yok demesinden. İllaki açık açık söylemesimi gerekir.
Sen hala seviyormusun? ne önemi varki! O başka sevdaların peşine düşmüştür çoktan, belkide senin hissettiklerini başkaları için yaşıyor şuan.
Üzülür aslında, kendince sudan sebepleriyle seni öylece bıraktığına. Vicdanı sızlar ama ne yapabilirki, bitmiştir zorla olmaz olamaz. Arkadaş kalalım der, ama bir taraf hala aşıksa arkadaş kalınamaz. O vicdanını rahatlatır ama sen aldırmamalısın bunlara.
Gitmelisin.. gemileri yakarak…
Madem bitti, artık benimde işim olmaz o yürekte. Acının en acısını yaşarsın. her sabah uyandığında aklına ilk gelen terk edilmişliğindir, yani O’dur. İlk zamanlar telefonunu kontrol edersin sıksık, olurya belki bir çağrı, belki bir mesaj. Her gelen mesaj da ondan mı diye sevinçle açarsın ama nafile..
Sezen’in şarkısındaki gibi ” sanırsın mümkün değil birdaha bu kadar üzülmen”
Dibine vurdunmu acının yukarı çıkma vakti gelmiştir artık. Unutma en karanlık vakit şafak öncesidir. Olgunlaştırır ayrılıklar, acılar, yalnızlıklar insanı. Öfken geçtiyse, nötrsen ona karşı başarmışsındır gidebilmeyi.
Gidebilmek cesaret ister..

Sevgiler..
Seda

Kimler Ermiş?

Ramazandan 2 gün önce umreye giden annemi yolcu etmek için havalimanındaydım. Bir taraftan umreye gideceklerin kalabalığı diğer taraftan Japonlar 🙂 (çoğunluktaydılar), yabancılar Türkler çok kalabalıktı.
Bu uğultulu kalabalıkta bizim hocamızı sonunda bulduk, grubumuzla herkezin toplanmasını ve işlemlerin yapılmasını bekliyorduk. Bazı amcalar ihram yerine beyaz havlulara sarınmış hamamdan çıkmış gibi ortalıkta dolaşıyorlardı. Başka bir umre acentası grubunu tanımak için başlarına kırmızı kurdale taktırmıştı:) Neyseki bizim acenta bu konuda gayet iyiydi, grupları için hazırladıkları resimli kimlikleri takıldı boyunlarına, birde acentanın adı yazan çanta vermişlerdi hepsine.
Bu arada yiğenim kaybolmasın diye elinden sıkı sıkı tutuyorum.. Hala bu kadınlar napıyo burada bişeyler oluyor diye çekiştirdi beni. Bir bayan gözlerini kapamış aradabir titreyip çığlık atıyor, sonra kendine gelip niye bağırdım der gibi etrafına bakıyor. Alla alla noluyor burada diye bende onları izlemeye başladım. Mesele şu: Hocaları umreye gidiyor, yaklaşık 25 bayanda hocalarını yolcu etmek için havalimanına gelmiş, hocalarının yüzündeki nuru görünce böyle titriyorlarmış.
Hoca hanım koltukta oturuyordu, diğer bayanlar ayakta etrafına dizilmişler, sonra yoruldularmı adettenmidir bilmiyorum hepsi hoca hanımın önüne dizilip çömeldiler.
Bende bundan sonraki kısımda ne olacak diye gözümü bile kırpmadan bakıyorum 🙂
Bazıları hocaaaam diye ağlıyorlar, arada çığlık filan 🙂 film gibi yani, her an bişey oluyor.
İçlerinden biri yanıma geldi “hocamızın duasını almak istermisiniz dedi”, isterim tabii ama hocanız kim dedim. “kendisi Allah dostudur dedi”, nerden biliyorsunuz dedim “ermiştir kerametleri var dedi” , nerden anladınız bende anlayabilirmiyim banada göstersin dedim “elini tutun yüzüne bakın nurundan anlarsınız dedi”, tarikatmısınız dedim “hayır dedi”, neden öyle bağırıyorsunuz dedim” yüzündeki nuru görünce içimizden geliyor dedi” olur bi elini tutup nurunu bende göreyim dedim.. Tuttum hoca dua etti ben amin dedim ama yüzüne bakıyorum bişey yok, benmi göremedim dedim kuzeni çağırdım onada yaptırdım o da göremedi.
Havalimanında bikaç kişi kolumdan çekip kimlermiş, bişey gördünüzmü gerçekten diye sordu..
Bu gibi hocalar ve müridleri için birkaç sorum ve yorumum olacak;
*Gerçekten Allah katında mertebesi yüksek, ermiş, veli kimseler kendini böyle deşifre etmez ve kibirlenmezler.
*Allah dostu kimse önünde insanların çömelerek kendisi için ağlamalarına müsade etmez, sana kurban olurum dedirtmez.
*Allah katında kimin mertebesinin yüksek olduğunu nasıl bileceksiniz?
*Sizin gibi Allahın kulu olan bir insana saygı duymak dışında tapar gibi davranmak islamda varmıdır?
*Bu kadar kalabalık bir insan topluluğunun içinde bir kadının çığlık atıp dikkat çekmesi dinimizce uygunmudur?
Ne denirki.. Allah akıl fikir versin..
ramazan.jpgHayırlı Ramazanlar..
Seda

Diyet ve Türkler…

Şişli de bir dürümcünün reklam brosüründen harfi harfine aktarilmistir. Ne yalan söyliyeyim, büyük bir kısmına katılıyorum…

Diyet, perhiz, rejim gibi faaliyetler hedefte Türk delikanlılarının ve genelde de Türk milletinin devamını engellemek için dış mihraklar tarafından gündeme getirilmiş şuurlu bir düzmecedir. Gaye, eskiden bir koyunu, bir oturuşta götüren dev gibi babayiğit atalarımızı ve tarlada doğum yaptıktan sonra bebeğini kundaklayıp, elde orak tarlada çalışmaya devam eden Türk kadınlarını; kalori hesaplayan, hapşırınca yatağa giren, fitness ve aerobik yapan çıtkırıldım tiplere dönüştürmek ve büyük Türk ırkını Çinliler, Japonlar gibi sıska, zayıf ve sağlıksız bir ırk haline getirmektir.

İcabı halinde 240 kiloluk top mermisini tek başına namluya süren bir babayiğidin, kalori hesaplayan, yoğurtlu kebabı reddeden bir züppe haline getirilmesinden daha büyük bir soykırım olabilir mi?

İç yağının, kuyruk yağlarının, anamızın Vita yağının kolestrol yaptığı palavradir.

Kolestrol, kebapları yedikten sonra iki şişe soda içerek ayarlanabilecek bir gaz durumudur.

Sakın bu oyuna düşmeyin.

Feminizm, kadın hakları, çevre şuuru ve eşitlik adı altında Türk kızlarının akılları çelinerek, yemek yapmayı bilmeyen, bizim istikbalimiz olan yavrularını, abuk subuk yiyeceklerle yetiştirecek, damak zevki gelişmemiş, sunta kılıklı diyet bisküvilerini yiyecek sanan bir hale getirmişlerdir.

Ayrıca kör olası dış mihraklar, bu kızlarımıza kebap, soğan, çiğ köfte vb. Lezzetleri yiyen, bardak bardak şalgam suyu içen yigitlerimize hanzo-kıro gibi sıfatlar takmayı öğretmişlerdir.

Ayrıca son yıllarda moda gibi gösterilmeye çalışılan Çin mutfağı diye birşey yoktur. Bu sözde mutfak, acaip zerzevat ile acaip mahlukatın, wog adı verilen bir tencerede yarı pişmiş yarı çiğ olarak hazırlanıp insanlara eziyet olsun diye sopalarla yenmesinden ibaret bir hokkabazlıktır. Sakın kanmayın, sakın yemeyin. Helal değildir!

Unutmayın su uyur, düşman uyumaz!

Marmaris ve Çınar

Bu yazıyı Marmaris – Aksaz’da yazıyorum, Aksaz askeriye ye ait bölge olduğundan pek bilinmiyor ama çok güzel biryer. Benim kuzenimin eşi asker olduğundan sorunsuz girebiliyorum.
30 Ağustos Bayramında savaş gemilerinden 2 tane hücumbot ve fırkateyn Marmaris merkeze demir attı ve ziyarete açıldı.
Fırkateyn çok büyük bir gemi olduğundan limana yaklaşamadı, teknelerle ulaşım sağlandı. Dış güvertelerin gezilmesine izin verildi, o kadar büyükki helikopter alanı bile var. Hele ki ön kısmında o yükseklikten denize bakmanın keyfini anlatmamam. Suyun altında kalan kamaralarıda görmek istedim ama izin verilmedi, içimde uhde kaldı.
Marmaris tatil ve özellikle yüzmeyi sevenler için harika, denizi çok temiz. Gezilecek birsürü koyu var, merkezden teknelerle geziler düzenleniyor ve fiyatlarıda uygun. Gezilecek yerlerden birkaçı Turunç, Çiftlik, Kumlubük, Akyaka, Sediradası, Kleopatra plajı, İncekum, Kızkumu, Turgut Şelalesi gibi.. Buralara teknelerle veya karadan dolmuşlarla ulaşabilirsiniz.
Marmaris tamam da başlıktaki Çınar nedir diyorsanız Çınar kuzenimin bebeği.
31072007209.jpg Şuanda 10 aylık ve bu yazıyı yazarken sürekli etrafımda dolaşıyor, yaramazlıklar yapıyor bir türlü konsantre olamıyorum. Burada hem tatil hemde çocuk büyütmenin zorlukları ve güzelliklerini görmüş oldum:) Çınar sabah 8 de bende, oyun oynuyoruz, kantine gidiyoruz, plaja gidiyoruz, pisi pisi kovalıyoruz.. Çoğu çocuk gibi o da denize bayılıyor, zaten mineral ve iyot açısındanda faydalı. Oyun oynarken yanında oturulduğunda oynuyor ama Çınar oynarken şu işide yapayım dersen mümkün değil izin vermiyor. Vardiyalı çalışıyoruz yani 🙂
270820073341.jpgBazen ona bakıp hevesleniyorum..ne güzel kendi halinde dertsiz tasasız sorumluluk yok bende çocuk olsam diyorum. Bazende onun elinden alınan oyuncak için, yada kucağa gelmek için ağlamalarına amannn bunlar için ağlanırmı büyüyünce neler için ağlamışım diyeceksin diyorum.
Bütün zorluklarına rağmen birkere gülüp sarıldığında dünyalar sizin oluyor, bütün bu uykusuz geceler, ağlamaları yaramazlıkları unutturuyor.
Birkaçgün sonra Çınardan ayrılacak olmanın üzüntüsünü yaşamaya başladım, ona çok alıştım.. ( şimdi yanımda mışıl mışıl uyuyor..)
Herkese sevgiler..

Hacklenen MSN’i geri almak

Sitemize hotmail şifrelerini unutanlar, çalınanlar gibi birçok kişiden mesajlar geliyor. “Şifremi unuttum lütfen yardım edin” , “Hotmail şifrem çalındı lütfen yardım edin” gibisinden. Arkadaşlar, hotmail hesaplarına şifre girişi haricindeki tüm girişler yasa dışıdır ve suçtur. Şifrenizi unuttuysanız ilk yapmanız gereken ” Parolamı unuttum ” linkine tıklamaktır. Orada size sunulan iki yol ile de şifrenizi alamadıysanız yapabileceğiniz tek şey ” Yardım ” bölümüne girmek ve oradaki yönergeleri izlemek.Tabi ki siz de hackerlık yöntemleri biliyorsanız kendini hackleyip şifrenizi alabilirsiniz bu yol da var 🙂

Çok fazla mesajlar geldiği için seyirci kalmak istemedim. Sizin için biraz araştırma yaptım. Ama gördüğüm kadarıyla oldukça yoracağa benziyor bu yol sizi. Evet bir yol var yok değil. Ama çok meşakatli. Araştırırken bir sitede bununla ilgili bir yazı buldum. Yazıyı yazan kişinin de mail şifresi çalınmış ve nasıl geri aldığını bizlerle paylaşmış. Teşekküerlerimi ileterek yazısını sizlere iletiyorum. Yalnız şöyle bir durum var malesef. Hotmail’in ne yazık ki yardım bölümünde Türkçe destek yok. Biraz ingilizcenizi konuşturmanız gerekecek. Yazıda sizlere yardımcı olacak birkaç açıklama mevcut. Gerisi size kalmış. Yorucu olacak sizin için ama başa gelen çekilir 😉

“Şifremi unuttum yardım edin” gibisinden mesaj yazan arkadaşlara, ne yazık ki elimizden birşey gelmeyeceğini bir kere daha vurgulamak istiyorum. İşte o yazı.. Dikkatli okuyunuz.

  • Öncelikle www.hotmail.com adresine girin.
  • E-posta adresinizi soran kısmın sağ üst köşesindeki “yardım” linkine tıklayın.
  • Sağda açılan yardım penceresinin en altındaki madde olan “bize başvurun” linkini tıklayın.
  • An itibariyle Türkçe servis çalışmadığından, karşınıza gelecek olan dil seçeneklerinden “İngilizce Birleşik Devletler” linkini seçin.
  • Sol taraftaki seçeneklerden ” Microsoft Passport Network (now Windows Live ID” yazan linki tıklayın. (Direkt linki burada)
  • Bu sayfada karşınıza çıkacak olan formu doldurun. Şu şekilde,
  1. Hotmail adresinizi alırken girdiğiniz adınız ve soyadınız.
  2. Yardım için beklediğiniz yanıtın gönderilmesini istediğiniz email adresiniz.
  3. Hacklenen email adresiniz.
  4. “Select the option that most closely matches your problem.” yazan yerdeki “Please select an option” yazan bölümden “I need to know how to do something.” seçeneğini seçin. Daha sonra “Report a security issue” ve “my email address has been taken over” seçeneklerini işaretleyin.
  5. Altındaki kutucuğa derdinizi ingilizce olarak yazın. Örnek: (ben böyle yazmıştım, siz nasıl uygun görürseniz öyle yazın.) To whom it may concern; My email xxxx@hotmail.com has been taken over by someone. Obviously, it is hacked. I need my password reset ASAP in order for me to get my email address back. This is quite urgent for I have very important contacts and information stored in my account. Awaiting your prompt response, Selin Çağlayan.
  6. “Frequency of the issue” yazan bölümden “first time” seçeneğini seçin.
  7. “How do you access your account” sorusuna “computer” olarak yanıt verin.
  8. “Who is your ISP” sorusuna “MSN” yanıtını verin.
  9. “Type of internet connection” bölümünde kullandığınız İnternet servis sağlayıcınızı belirtin. Örnek “DSL”
  10. “Have you recently installed any new software (if you enter yes please add more comments in the text box above)?” sorusuna “No” yazın. Bilgisayarınıza yeni program yükediyseniz de boşverin, no yazın siz.
  11. “Submit” butonuna tıklayın.
  • Şimdi MSN adresinizin hacklendiğini rapor etmiş oldunuz. Gelecek yanıtı bekleyin. (yanıt cevap gönderilmesini istediğiniz emaile gelecek. Bazen junk ya da spam klasörüne gidiyor, onları da kontrol edin. Bu yanıt bazen yarım saatte, bazen de bir gün içinde geliyor. Bekleme aşaması sinir bozucu evet, düşünüyorsunuz “şimdi acaba bu benim ağzımdan kimlerle muhabbet ediyor” diye ve sinir katsayınız tavan yapıyor. Olsun, beklemekten başka çare yok bu aşamada. Ben cuma gecesi rapor ettim, yanıt cumartesi sabah geldi.
  • Evet, 945703495. kez emailinize kontrol ettiğinizde sonunda beklenen yanıtın geldiğini görüyorsunuz. Bana gelen yanıtı aynen yazıyorum buraya: (ama öncesinde başka bir email geliyor, size diyor ki eğer hesabınıza kayıt olurken alternatif bir email adresi verdiyseniz, o adrese şifre yenileme emaili gönderebilirsiniz falan filan. Ben vermiştim alternatif email ama hangi emaili verdiğimi ve şifresini hatırlamıyordum. Eğer böyle bir adres belirtmediyseniz cevap yazın diyordu emailde. Ben şöyle yazdım: I dont remember which address i provided you with, so we’d better reset the password by your assistance.) Neyse bana gelen ikinci emaili yazıyorum: Dear Selin,Thank you for writing to Windows Live ID Technical Support.My name is Eileen Jill and I understand how disturbing it is to know
    that someone compromised the security of your account. I recognize how
    inconvenient this situation can be for you so I am here to help you get
    this issue straightened out.For us to investigate your concern, we will need your cooperation by
    verifying your account ownership. To do this, please provide the
    following information completely and accurately:1. The first and last name (adınız soyadınız)
    2. The sign in name you are having difficulties with (hacklenen adresiniz.)
    3. Your date of birth in the form “month/date/year” (doğum tarihiniz ay, gün ve yıl olarak.)
    4. Your country or region (ülke ve şehir bilgileriniz.)
    5. Your state (ilçe)
    6. Your ZIP or Postal Code (posta kodunuz.)
    7. The approximate date of the last time you successfully signed in (hacklenen emailinizi kullanabildiğiniz en son tarih)
    8. The exact Microsoft Passport Network site you last visited on your
    last successful sign in (Example: MSN Hotmail, MSN Messenger, MSN Chat,
    MSN Games) (MSN servislerinden en son hngisini kullandınız? Muhetmelen Hotmail ya da messengerdır.)
    9. The approximate date you registered the account (Hacklenen adrese kayıt olduğunuz yaklaşık tarih-kesin bir tarih belirtmeniz gerekmiyor, ben 3 ya da 4 yıl önce yazmıştım.)
    10. A list of as many personal folders you have created in the account (email hesabınızda oluşturduğunuz klasör isimleri)
    11. The name of your current Internet Service Provider (ISP) and any
    past ISPs you have used (bu adrese bağlanırken kullandığınız en son internet servis sağlayıcınız ve daha önce kullandıklarınız.)* An ISP is a company that provides an end user with a connection to
    the Internet and other similar services, such as e-mail. Examples
    include MSNIA, EarthLink, and Comcast

12. The name of the organization that you access the Internet from, if
you access the Internet from outside your home (bir şirketten bağlanıyorsanız şirketin adı. Evden bağlanıyorsanız ev yazın.)
13. The IP address for each computer that you use for the account (bu adrese bağlandığınız bilgisayarların IP numaraları. IP numarasını öğrenmek için aşağıdaki linke tıklayın, orada yazar.) * An IP address is a code made up of numbers separated by three dots
that identifies a particular computer on the Internet (Example:
222.222.22.0). You can determine your IP address for each computer by
visiting http://www.whatismyip.com/ . Upon visiting the site, your IP
address should be displayed at the topmost center of the page.When we receive and verify this information, we can give you the
information that you need to reset your password. We look forward to your response soon.Sincerely,Eileen Jill
Windows Live ID Technical Support

    • Yukarıda benim parantez içinde yazdıklarımı belirtecek şekilde sorulan soruların yanıtlarını içeren bir maili onlara cevap olarak gönderin. Ben şu şekilde yazdım: Dear Eileen,To begin with, I appreciate your prompt response. I really need this to be
      straightened out. Below you may find the answers to your questions. I hope
      I can get a reply soon. 1. The first and last name
      Selin Çağlayan (as i registered)
      2. The sign in name you are having difficulties with
      xxxxxxx@hotmail.com (SeliŞ was my nickname)
      3. Your date of birth in the form “month/date/year”
      September/26/1979
      4. Your country or region
      Turkey/İstanbul (I am not sure if i registered it this way though, as it
      sometimes gave errors in the past and made us register as someone from
      another country. But you may confirm by my IP address i think)
      5. Your state
      İstanbul
      6. Your ZIP or Postal Code
      34830
      7. The approximate date of the last time you successfully signed in
      August 17, 2006 (in the evening it was working. It was not working on the
      18th of August in the evening when i returned from work.)
      8. The exact Microsoft Passport Network site you last visited on your
      last successful sign in (Example: MSN Hotmail, MSN Messenger, MSN Chat,
      MSN Games)
      MSN Messenger. I used to sign in to messenger everyday with this account.
      9. The approximate date you registered the account
      I am not exactly sure, but I had been using this account for over 3 or 4
      years.
      10. A list of as many personal folders you have created in the account
      I dont think i have created that many folders in my inbox, but i can
      provide you with some of the contacts on my messenger list. Also i used to
      get many emails from sites that i subscribed for, such as Javascript.com
      and other web design based sites.
      xxxxx,
      xxx, xxxx, xxxx, xxxx. (listemdeki insanların isimlerini yazdım) These people were on my contact list.11. The name of your current Internet Service Provider (ISP) and any
      past ISPs you have used
      ADSL
      12. The name of the organization that you access the Internet from, if
      you access the Internet from outside your home
      I always used to access my msn address from home. My phone number is
      xxxxxx. You may call for further details, if there are any i can
      provide you with.
      13. The IP address for each computer that you use for the account
      xxxxxxxxxx (IP adresimi yazdım) (it says this is my IP address when i visit the site mentioned below.)I hope you reply soon with my details to help me reset my password. And
      what do i do in order to prevent my address from being hacked once more?
      This is urgent as my contacts include important people, and if this person who hacked me sends them inapproppriate
      messages they will think its me and this is like DISASTER! (The other msn
      addresses i sign in from this address are xxxxx@hotmail.com and
      xxxxx@hotmail.com.Also, can we find out who this person is? That hacked me i mean. I am not going to do anything, just wanna know and be cautious. THANK YOU VERY MUCH. Please contact me ASAP!
  • Sonrasında biraz önce şifremi sıfırlamama yardımcı olacak bir email geldi. Aynen şöyle: Hello selin@selincaglayan.com:You recently asked to reset your Microsoft Passport Network password by e-mail.
    Follow the instructions below to reset your password, or to cancel your password
    reset request.TO RESET YOUR PASSWORD:1. Select and copy the following Internet address. (aşağıda belirtilen linki browserınıza kopyalayıp yapıştırın. Yani bu adrese gidin kısacası.)Burada linki vermişlerdi.

    2. Open a browser, paste the link in the address bar, then press Enter or Return on
    your keyboard. T
    hank you, Microsoft Passport Network Customer Support
  • Şimdi bu mailde Eileen arkadaşımızın söylediği gibi, verilen linki kopyalayıp browserınıza yapıştırın ve entera basarak siteyi ziyaret edin. Tabii öncelikle bütün temporary internet files denen cookieleri, geçmiş ziyaretlerinizin kayıtlarını filan silin ki, bilgisayarınızdaki bilgiler sıfırlansın.
  • Karşınıza hacklenen email adresinizi doğrulamanızı isteyen bir sayfa çıkacak. Buraya çalınan adresinizi yazın.
  • Daha sonra yeni şifre oluşturmanızı isteyecek olan bir sayfaya yönlendirileceksiniz.
  • Şifrenizi oluşturun ve ikinci kez girerek doğrulayın.
  • Bitmiştir. Geçmiş olsun.
  • Tabii hemen sonrasında gizli soru ve yanıtınızı da değiştirin. Email adresinizdeki ve MSN listenizdeki detayları kontrol edin. Değiştirilmişse eski haline getirin.Hacker arkadaşımız bayağı uğraştırdı beni ama sonuçta bu akşam adresime girmeye çalıştığında hayal kırıklığı yaşayacak. Hehehehe.

Yazı Selin Çağlayan’a aittir.

Dön Bana

Cem Özkan kadar söleyemesem de , usta bir gitarist gibi çalamasam da yine de bir şeyler yapmak istedim. Gitar çalmak benim hobim sadece. Kendim öğrendim çalmasını bu aletin. Çok hevesliydim… Bir gitar aldım ve bir de gitar metodu. Ortaokulda müzik hocamın bizi boş boş flüt çaldırmaktan başka şeylerde yapmasının etkisi büyük tabi. Nota bilgim vardı az çok.

Sıradan bir gitarla, sıradan bir mikrofonla, sıradan bir insan bu şarkıda buluşunca dinleyeceğiniz gibi bir şarkı ortaya çıkıyor. Umarım beğenirsiniz. Hatalarım elbette olmuştur. Sesimi beğenmeyebilirsiniz belki ama sadece paylaşmak istedim sizlerle. 🙂

Okumaya devam et

Uzaklık ve Aşk

Uzak olmak… Sanırım kimse sevdiği herhangi bir şeyden uzak olmak istemez. Sevdiği veya değer verdiği her neyse yanında olsun ister. Hele bir de bu sevdiğiniz, aşık olduğunuz insan olursa… İşte o zaman uzaklığın tanımını daha iyi yaparsınız ve acısını daha derinden yaşarsınız…

Sevdiğiniz uzaklarda bir yerlerde. Dokunamıyorsunuz, elini tutamıyorsunuz, gözlerine bakamıyorsunuz, yanağına tüm masumiyetinizle küçük bir öpücük konduramıyorsunuz, ona sarılamıyorsunuz… Ne acı değil mi? Evet, çok acı. Peki, ne olacak böyle? Uzaktasınız ve hiçbir şey yapamıyorsunuz. Dışarıda tek başınıza geziyorsunuz ve çiftleri görüyorsunuz. Kimisi sarılmış sarmaş dolaş, kimisi el ele… Kimisi karşılıklı oturmuş birbirlerinin gözlerine bakıyor ve gözleriyle birbirlerine sevdiğini söylüyor. Ya siz? Tek başınasınız… Elinizin içinde bir el yok, kollarınızın arasında kimse yok, gözlerinizin önünde bir çift göz yok. Ama onlarla tek ortak yanınız yüreğinizin ta en derinlerindeki aşkınız. Evet, bu sizin onlarla tek ortak noktanız. Peki, bu ortak noktanız sizi tatmin ediyor mu? Eğer gerçekten seviyorsanız, bunu diliniz dolanmadan söyleyebiliyorsanız sizi tatmin etmeli. Başkalarını gördüğünüzde elbet yüreğiniz burkulacaktır. Siz de onlar gibi sevdiğinizle baş başa olmak isteyeceksiniz. Seven, aşık olan her insan bunu ister.

Aşıksınız ve uzaksınız… Ne kadar zor bir durum değil mi? Katlanılması zor bir durum bu. Peki, uzaklık sadece olumsuz bir etken midir aşk için? Hayır, olumsuz etkenlerinden daha çok bence olumlu etkenleri de var. Olur mu canım öyle şey, ne alakası var uzaklıkla olumlu etkenin? diye sorar gibisiniz sanki…

Peki, gelin tersinden bakalım olaya. Seviyorsunuz ve aşıksınız. Sevdiğinizle sürekli berabersiniz. Ne kadar güzel değil mi. Onun yanında olmak, elini tutmak, sarılmak… Peki, bir süre sonra ne olacak sizce? Onunla buluşmaya gittiğinizde ilk zamanlardaki heyecan aynen duracak mı içinizde ya da elini tuttuğunuzda elinizin içi terleyecek mi? Peki, uzakta onu gördüğünüzde ilk zamanlardaki gibi gülümseyecek misiniz? Sanırım hayır diyeceksiniz. Artık sevdiğiniz size sıradan gelmeye başlayacak. Telefonunuz çaldığı zaman arayan sevgiliniz ise normal bir insana nasıl cevap veriyorsanız ona da aynı şekilde cevap vereceksiniz. Sevdiğinizle buluşacaksınız ve bekliyorsunuz. İşte köşeden döndü ve göründü size. Saatinize mi bakarsınız kaç dakika gecikti acaba diye yoksa bugün ne giymiş diye mi bakarsınız? Ya da saç modelinin değişikliği mi dikkatinizi çeker? Peki hiç sevdiğinizin gözleinin içine bakıp pırıltılarını yakalamayı dener misiniz onu görünce?

Ya uzaktan yaşanan ilişkilerde nasıl olur bu? Sevgiliniz uzaklarda. Aşkı içinizde, yüreğinizde ama o uzaklarda. Elinizi kalbinizin üzerine koyduğunuzda vücudunuzun diğer yerlerinden daha sıcak olduğunu hissedersiniz. Çünkü orada yanan bir ateş vardır. Bu ateşin körüğü de uzaklıktır. Elini tutamıyorsunuz, sarılamıyorsunuz, gözlerinin içine bakamıyorsunuz. Sadece telefondan yankılanan sözlerden ibaret her şey. Sevdiğinize Seni seviyorum dedikten sonra sarılamıyorsunuz. Sadece yutkunmak geliyor içinizden. Yan yana olanlar seni seviyorum derken sevdiğinin eli oluyor elinin içinde fakat sizin elinizde sadece telefon var. Tartışan çiftleri görüyorsunuz ve içinizden Ben sevdiğimin yanında olsam hiç tartışır mıyım, hiç onu kırar mıyım… diye geçirirsiniz. İçinizden onların yanına gidip Beraber geçirdiğiniz zamanın kıymetini iyi bilin diyip uzaklaşmak geçer.

O büyük an yaklaşır… Uzaktaki sevdiğinizle buluşacağınız an… Sayılı günler kala uyuyamazsınız. Sürekli o günün hayali gelir gözünüzün önüne. Acaba ilk ne desem? Acaba hiçbir şey demeden direk sarılsam mı? O sıralar kafanızı sadece bu sorular yorar. Ve o büyük gün gelir… Beklersiniz sevdiğinizi anlaştığınız yerde. Dizleriniz titrer. Sanki hiç buluşmamış, sanki hiç görmemişsiniz gibi heyecanlanırsınız. Saatinize bakmak aklınıza gelir mi? Ya da yarın ne yapacağınızı düşünür müsünüz? Sanıyorum tek düşündüğünüz sevdiğinizin ne taraftan geleceğidir. Onu görememeye artık dayanamazsınız. Yüz metre öteden bile olsa görmek istersiniz. Ve işte göründü… İşte tüm güzelliği ile sevdiğiniz geliyor. Yüzünüzde silemeyeceğiniz ve engel olamayacağınız bir gülümseme, hafif bir kızarıklık, kalbinizin hızlanmış çırpınmalarının sesi… Ve işte sevdiğiniz yanınızda… Sarılırsın ona sıkıca hiç bırakmazsın sanki birisi çekip götürecekmiş gibi. Gözlerinin içine bakarsın, her gece yatmadan önce gözünün önüne gelen o bir çift göze. Hiçbir değişiklik yoktur sevdiğinizin gözünde ama size bambaşka bir güzel gelir o gözler o an. Elini tutarsın sevdiğinin hani Seni seviyoru derken telefon yerine tutmayı hayal ettiğin o elleri. Her gün ya da sık sık görüşen çiftler gibi iki öpücük kondurup elinden tutup gideceğiniz yere gider misiniz? Sanırım bir süre öylece kala kalırsınız olduğunuz yerde.

Ne güzel şeyler değil mi?
Kısaca özetleyelim ve soralım sizlere. Yakınsınız, sürekli birliktesiniz ve her istediğinizi yapabiliyorsunuz. Fakat sıradanlaşma gerçeği var önünüzde. Heyecanın bir süre sonra yok olması. Artık mücadeleniz aşkınızdaki heyecanı korumak adına olacak. Diğer durumda ise yani uzaktayken neler olur? Uzaksınız, görüşeceğiniz günler sayılıdır. Ama o günleri dolu dolu yaşarsınız. İçinizde uzaklığın getirdiği özlem ile körüklenen bir ateş var. Heyecanı korumaya ihtiyacınız yok ki zaten o heyecan dizlerinizi titretmeye yetecek kadar var içinizde. Sıradanlaşma mı? Sevdiğinize doymuyorsunuz ki sıradanlaşsın…

Hangi aşkı seçersiniz?

Adem Taşdan

Ilımlı İslam…

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin ılımlı bir İslam devletine doğru gidip gitmediği ile ilgili tartışmalara sert çıkarak, “Bu ‘ılımlı İslam’ yakıştırmaları falan çok çirkin şeyler. Bu bir defa dinimize saygısızlıktır, hakarettir. İslam’ın ılımlısı ılımsızı falan olmaz, İslam İslam’dır o kadar” dedi.

Bu kelime oyununu günlük yaşantımıza bulaştıranların mantığı apaçık bellidir; “Bir şeyi yok edemiyorsan, onu yozlaştır”. İslam yüzyıllardır bozulmadan ilk günkü gerçekliğini ve doğruluğunu korumuştur. İlla ki zaman zaman değiştirilme ve yıpratılma oyunları oynanmıştır üzerine. Fakat Türkiye’de oynanmak istenen oyun, İslam’ın yozlaştırılmasından ziyade Türk halkının İslam’a bakışını ve yorumlamasını değiştirmektir. “Ilımlı İslam” tabiri sanki hristiyan yada ateist olan bir toplumu İslam’a yaklaştırma çabası varmış gibi anlaşılmaktadır. Kelime dizisine müslüman bir Türk olarak değil de, dışarıdan, konuyla hiç alakası olmayan ve hayatında ilk defa bu tabiri duyan biriymişsiniz gibi baktığınızda bunu algılarsınız. Fakat bu tabir %90′nının (kötümser bir tahminle) müslüman olduğu bir ülkede telaffuz edilmektedir. Sanki Türkiye’nin geneli müslüman değilde, AKP hükümeti müslüman olarak halkı İslam’a yakınlaştırma çabasındaymış gibi bir ifade ile kullanılmaktadır.

Peki aslında “Ilımlı İslam” denilerek anlatılmak istenen nedir gerçekte? Mutlaka görmüşsünüzdür çevrenizde tarif edeceğim insan modelini. Adam müslüman olduğunu söyler fakat Cuma’dan Cuma’ya namaz kılar, belkide onu da kılmaz. Her akşam olmasa da, genelde içki içer fakat Ramazan ayı gelince oruç tutar, tutmasa da 30 gün içki içmez. Mangal keyfi ile içki içmeye bayılır ama kurban etiyle yapılan mangalın yanında içmez, çünkü kurban etiyle içilmez!!! Denk getirdiği zaman kendisi evli olmasına rağmen başka bir kadınla birlikte olabilir ama komşusunun kızını bir erkekle görünce, kızın en büyük günahkar olduğunu düşünür ve bunu çevresinde şiddetle savunur. Aynı kızı yolda gördüğünde arkasından bakarak iç geçirir. Müslüman olduğunu söylemesine rağmen tesettürlü yada kapalı bir bayan gördüğünde kızar, açık saçık bir bayan gördüğünde hoşuna gider fakat onun da hafif meşrep olduğu yönünde söylemlerde bulunur. Şimdi soruyorum sizlere, bu tariflerin hepsine yada bir kısmına uyan tanıdığınız hiç mi kimse yok çevrenizde? İşte size “Ilımlı İslam” modelinde bir Türk insanı. Yani bu tabirle Türk halkının getirilmek istendiği nokta. Ne İran gibi sert, ne de Avrupa gibi serbest. Ne tam dinsiz, ne de tam müslüman. Yani Türkiye’nin hep alışıla gelmiş hali, ne dolu ne de boş. Peki bunu kim ve neden yapmak istiyor? İşte asıl güzel soru ve verilmesi zor cevabı (Bazen gerçeği bilirsiniz ama susarsınız yaa)!..

Müslüman olduğunu söyleyen ama gereklerini yerine getirmeyen bir Türk’ü ne yapacaklar bu “Ilımlı İslam” tabiriyle yola çıkanlar sizce? Aklı az biraz çalışan her Türk insanı farkındadır ki, bu güzel topraklar üzerinde bir çok ülke kendi oyununu oynamaya çalışmaktadır. Ve birçoğunuz farkındadır ki bu ülkede bazı şeyler, ne bizim ne de yönetenlerin kontrolünde değildir. Çok güçlü silahları vardır dış güçlerin bu ülke içerisinde (Basın organları, Satılmış siyasiler, Resmileşmiş topluluklar, vb gibi). Bu bahsi geçen dış güçler “Ilımlı İslam” tabiriyle oluşturdukları kesimin düşüncelerini yeri geldiğinde İslam ile, yeri geldiğinde İslam karşıtlığı ile, yeri geldiğinde Laiklik ile, yeri geldiğinde de Milliyetçilik ile cezbedecek, “Ilımlı İslam” modeline uyuşmuş Türk halkını istediği zaman istediği tarafa çekecek ve ülkemiz üzerinde istedikleri anda bir karışıklık, bir gerginlik meydana getirebilecek güce ulaşacaklardır. Ki bu oyun yıllardır Türkiye’de oynanagelmiştir! Bazen Sağ-Sol olarak çıkmıştır karşımıza, bazen Alevi-Sünni, bazen de Türk-Kürt olarak. Bizi kendi güçleriyle yıkamayacaklarını anlayan uyanıklar, bizi bize kırdırmayı öğrenmişlerdir.

Şimdi kendinize birkaç soru sormanızı istiyorum haddim olmayarak.

– Müslüman mısınız?
– Müslümanlığın gereklerini yerine getirebiliyor musunuz?
– Müslümanlığın gereklerini uygulayabiliyor olmak ister miydiniz?
– “Ilımlı İslam” tabiri size de sıcak geliyor mu?
– Yavaş yavaş özünüzden uzaklaştığınızı mı düşünüyorsunuz? Yoksa avrupalaşıyor musunuz?
– Bir gün sizi size kırdırabileceklerine ihtimal veriyor musunuz?
– Sağ-Sol, Türk-Kürt, Alevi-Sünni diye birbirini yiyenler çok akılsızdı da, siz mi kanmayacaksınız aynı oyuna?
– Sizce bu yazı konuyu aydınlatıyor mu?

CHP ve Cumhurbaşkanlığı seçimi..

Geçen gün otobüsle bir yere gidiyordum.Trafik oldukça sıkışıktı.Acemi şoförler vardı trafikte.Durulmayacak yerde pat diye duruyorlardı.Dönülmeyecek yerlerden dönüp önümüze çıkıyorlardı.Şoförümüzde mecburen ani fren yapıp duruyordu.İçinde biz de çalkalanıp durduk buna bağlı olarak.Bu bir süre böyle devam ederken yolculardan birinden bir ses yükseldi Yeter be kardeşim.Biraz düzgün sür şunu.Mahvolduk burada.Bir sağa bir sola çarpıp durduk..Şoförden yanıt geldi Napalım kardeşim çarpalım mı önümüzdekilere? Onlar aniden duruyorlar biz de durmak zorunda kalıyoruz.Çok biliyorsan gel sen sür de görelim o zaman şeklinde.Şoföre hak vermemek elde değil.Trafiğin hali ortada.Acemiler de belli zaten.Ne yapsın yani adam çarpsın mı? Çalkalanıyoruz ama kimsenin suçu değil bu.Sonuçta ineceğimiz yere sağ salim indik ve kimseye de bir şey olmadı.Herkes ineceği yer de indi.Hatta o itiraz eden vatandaş bile..

Bu manzarayı gözünüzde canlandırın.Şoför Erdoğan, trafik sorunu olarak ekonomi, aniden önümüze çıkanlar dış piyasalardaki sorunlar, yolcular halk, itiraz eden de muhalefet partisi lideri Baykal.

Erdoğan’a %34 ile şoförlük koltuğuna tek başına, muavini olmadan oturttuk.Baykal sadece yolcu olarak kaldı bizim gibi.Erdoğan yolda giderken onun kontrolü dışında yabancı plakalı araçların sıkıştırmasına yada üzerine doğru hamleleri arasında kaldı.Mecburen çarpmamak için aniden kırdı direksiyonu.İçindede biz, bir sağa savrulduk bir sola savrulduk.Normale döndük sonra.Aniden bir yabancı plakalı araba daha çıktı.Bazen de Türk plakalı araçlar çıktı.Çarpmamak için sürekli ani manevra yaptık.Savrularak gittik öyle yada böyle.Baykal’a güvenip ve şoförlük vermemiştik.Baykal da sürekli Bu ne biçim bir sürüş böyle bir sağa bir sola.Yeter ama.Bak herkes şikayetçi senin şoförlüğünden diyerek sürekli laf attı.Şoför de artık dayanamadı Tamam kardeşim..Hadi oylama yapalım..Eğer yolcular seni şoför yaparlarsa, buyur gel sen otur. dedi.Oylama yaptık %47’miz şoför Erdoğan olsun dedik.Şoför seçerken ki oydan daha da çok oy verdik.Şoför yine Erdoğan, yolcu yine biziz.Baykal’ın oturduğu koltuk değişmedi.Yine aynı yerinde yine aynı şeyleri söylemeye devam ediyor.Erdoğan otobüsü sürerken Baykal muhalefeti yetmedi bir de yanına Bahçeli’yi verdik.Kısa bir duraklamadan sonra yolumuza devam ediyoruz şimdi…Kendimce o gün yaşadığımı günümüze uyarladım… Bu uyarlamadan sonra asıl yazıma başlayayım…

Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci içindeyiz.Gül’ün cumhurbaşkanlığına kesin gözüyle bakılıyor.Kısaca önceki seçim sürecini bir ele alalım.

Geçen seçim sürecinden önce halk yollara dökülmüştü, Erdoğan ‘a hayır diyerek.Erdoğan Gül’ü aday gösterdi.Aynı halk tekrar döküldü meydanlara.Pankartlar aynıydı sadece Erdoğan yerine Gül yazılıydı.Bu adaylığa CHP en çok tepkiyi veren taraf oldu.Seçim için meclise girmedi.Anayasa hukukçusu olan ve dersimizde bu konuyu işleyen hocamın bile eleştirdiği 367 barajını koydular.AKP hükümetinden önce hiçbir hükümete uygulanmamış bir uygulama başlatıldı.Hocamın yorumu Anayasa Mahkemesi asla siyaset yapamaması gereken mercii iken bugünlerde CHP’den daha iyi siyaset yapıyor. şeklinde oldu.Özal cumhurbaşkanı seçilirken mecliste 250 civarında milletvekili vardı ve yaklaşık 170 oyla seçildi.Bu seçimde ise mecliste 365 milletvekili varken seçim yapılamadı.Ne kadar adil oldu bu tartışılır… Hem de günlerce..

Genel seçim süreci başladı daha sonra.Baykal meydanlara dökülen halkın desteği ile kendinden emin.O halkla yapılan röportajları izlemiştim o ara.Habercinin sorusu hepsine aynıydı. Burada olma sebebiniz nedir? .Bazıları Cumhuriyeti korumak için dedi, bazıları ise Arkadaşım çağırdı, eğlenceli olur diye geldi , Yürüyüş yapıyorum.Stres atıyorum kalabalık içersinde şeklinde cevap verdi.Baykal işte bu yürüyüşe çıkan kalabalığa güvendi.MHP terörü kendine silah seçti.Şehitlerin üzerinden propaganda yaptı.Sonuçlar ortada.AKP %46, CHP %20, MHP %14 oy aldı.Sanırım yollara dökülen onca milletten başka kimse CHP’ye vermemiş.Halk AKP’nin neler yaptığını gördü, yaşadı.Cumhurbaşkanlığı sürecini izledi.Adayının kim olduğunu da biliyor.Buna rağmen neredeyse her iki kişiden birisi AKP dedi.Sıra geldi tekrar cumhurbaşkanlığı seçimlerine.AKP tekrar Gül’ü aday gösterdi..

Bugün izlediğim haber programında mecliste temsil edilen 4 partinin temsilcileri konuşuyordu.MHP temsilcisi daha önce açıkladıkları düşüncelerinin arkasında durdu ve benim takdirimi kazandı.Tekrar seçime gidilmesini, AKP’nin büyük oy çoğunluyla seçilmesi halinde gösterecekleri adaya kimsenin ses çıkaramayacağını söylemişlerdi ve arkasında durdular.CHP yine her zamanki gibi meclise girmeyeceğiz mesajı verdi.Eleştirim CHP’yedir.

Ben halkım.TBMM’de beni temsil ediyorsun.Ben sana beni temsil et diye oy veriyorum.Ama sen meclise girip beni temsil etmiyorsun.Halktan oy aldıysan bu sorumluluğu üstlenmişsin demektir.Bir devlet memurunun önemli bir toplantısı olduğu bir gün keyfine göre işe gitmediğini bir düşünsenize.Kim bilir neler olur.Ama CHP bulunması gerekirken orada bulunmuyorsa onlara iyi niyetli bakamam ben açıkçası.Girersin meclise hayır mı diyeceksin buyur de.Hayır oyu kullan.

Bir uzlaşmadan bahsedip durdular.AKP adaylık için uzlaşabilirdi tabiî ki.Ama halk %47’lik bir oranla tek başına iktidar yapmışsa bu partiyi, cumhurbaşkanı adayını açıklarken de kimseden görüş almasına gerek yok demektir.Başkasına danışır yada danışmaz.CHP olarak %20’lik oy almışsın ve bir azınlıksın mecliste.Söz hakkın %20’lik bir seviyededir.Gül’ü aday gösterdi AKP.Bu onun anayasal bir hakkıdır. Bu hak CHP’ye de verilmiş bir haktır.Sadece AKP’nin değildir bu hak.AKP nasıl bir aday gösterebiliyor ise CHP olarak sen de bir aday göster.Sen de destek arayışlarına gir.Herkesin adayı seçime girsin ve oylama yapılsın.Kimin adayı daha çok oy alırsa o cumhurbaşkanı olsun.Demokrasi dediğimiz bu değil midir? Yoksa ben mi yanlış biliyorum.Dayatma deniliyor sürekli.Dayatma zorlamadır, diktatörlüktür.Bizim rejimimiz cumhuriyet.Demokratik bir şekilde oylama yaptık ve oy kullandık.AKP’ye bu kadar oy verildiyse eğer, demek ki bu kadar onu destekleyen insan var.

Demokrasiden bahsedenler demokrasiye karşı çıkmasınlar.Her şey demokratik işliyor bence bu süreçte.Anayasa çerçevesinden dışarı çıkılmıyor.Zaten buna yasalar da müsaade etmez.Peki her şey yasalar çerçevesindeyken, AKP %47’lik oy oranı alıp tek başına 3. turda cumhurbaşkanını seçebiliyor iken, bu hakkını neden kullanmasın?

CHP olarak %20’lik söz hakkınla itirazını yap ama karşılığında %47’lik bir cevap duyduğunda sanırım itirazın reddedilir bu demokratik çerçevede.

İtirazınız mı var? O zaman sizin demokrasiye itirazınız var demektir…

Adem TAŞDAN

 

En güzel hikayem

Tarih : 15 Ağustos
Bugün doğum günüm. 26 seneyi geride bırakırken, oturup uzun uzun düşündüm.. 18 yaşıma bi gelsem diye gün sayarken 20 den sonrası nasılda hızlı geçti.
Amaaaann Seda 26 yaşında böyle diyorsan biz napalım dediğini duyar gibiyim büyüklerimin ama ömür bu kadar süratle geçerken, nereden gelip nereye yol aldığımızı gözden geçirmek gerekir..
An’larda yaşıyoruz ve geçirdiğimiz her an geçmiş.. bir dakika hatta bir saniye öncesi hatıra olarak kalıyor.
Peki ben neler sığdırabildim, neler öğrendim geçmiş an’larımda:
*Anne ve babanın hayatımdaki önemini ; özellikle ergenlik çağlarımızdayken anne-babalar bizim kadar bilmezler ? Bizi anlamadıklarını, kısıtladıklarını düşünürüz. Çok geçmeden görürüz ki bir bildikleri varmış! Yıllar geçtikçe ve bizde aile kurup çoluk-çocuğa karıştığımızda anlarız anne-baba kıymetini.
Üstelik eğer anneniz ve babanız sağ ise bu en büyük mutluluk olmalı…
*Ailemden genç yaşlı çok vefat eden oldu. En zoru abimin vefatıydı benim için.
Anladımki yarının garantisi yok, dolu dizgin yaşarken düzgün yaşamak gerekli. Fani dünyada sahip olmak istediklerimizin peşinden koşarken ebedi dünya içinde hazırlıklar yapmalıyız. Artık ölümlerde sıradan oldu benim için.. acısını çekerek alışıyor insanoğlu bunada.
*Eğitimin hayatımdaki önemini her an hissediyorum. Her ne kadar şuanda gayet iyi bir şirkette iyi pozisyonda olsam bile yarının garantisi yok. Bende bunu geç farkedenlerdenim, zararın neresinden dönsem kardır dedim ve şimdi daha yeni geçtim 2. sınıfa. Beyler heleki bu devirde bırakın üniversiteyi master ve en az 2 yabancı dil bilmeyene kız yok 🙂
*İş hayatında çömezlik dönemini atlatana kadar çok kişinin kahrını çekmiştim. Öyle samimiyet dostluk nadiren olur iş arkadaşlarıyla. Özel hayatı paylaşmayı hiç tavsiye etmem, hiç ummadığınız bir anda dedikodu gibi çıkar karşınıza. En önemliside hayır derken bile gülümseyeceksiniz karşınızdakine. İnsanların çeşit çeşit olduğunu, herkesin samimiyetine güvenmemeyi, politik olmayı, gereksiz yere burnumu sokmamayı iş hayatı öğretti bana.
*Belli bir yaşa gelince e artık evlende yuvanı kur durumları başlıyor. Halihazırda aşık olduğun biri varsa bence aşk duygusu geçene kadar beklemeli derim. İlk heyecan ve aşkla ilerde kabul edemeyeceğiniz durumları pembe bulutlar kapatıyor. Evlilik için sevgi ve mantık bir arada olmalı. Karşınızdakini bütün bağlantılarından (aile, iş, arkadaş, para) sıyırıp çıplak olarak karakterine, özüne bakın derim.
Sonra tekrardan aileyi ekleyin ! evliliği etkileyen en önemli faktörlerden biridir ..
*Hergece yatarken hayatınızda ne olmasını istiyorsanız tüm içtenliğinizle dua edin ve detaylara inin.
Mesela ben ev isterken odasının sayısına, bahçesindeki dut ağacına kadar, eşimin ve ailesinin iyi insanlar olmalarına kadar söylerim 🙂 Birgün arkadaşım dediki : Sedacım eşim dualarımda istediğim gibi bir insan ama ailesi için hiçbişey dememiştim onlarla sorun yaşıyorum, aman sen dikkatli davran tüm sülalesi için dua et:) Allah, iste kulum vereyim diyor, sınırsız isteyin ve dediğim gibi detaylara inin.

Biraz da sorumluluklardan sıyrılıp gönlünüzce yaşayın, tekrar gelecekmisiniz dünya ya ?

Seda

Sen de Yazar mısın?

Belki de Mehmet arkadaşımızdan ilk teklif alanlardan biriyim bu konuda (bilmiyorum, sen söyle Mehmet). Aslında blog sayfasında yazma işine Mehmet arkadaşım sayesinde girdim bende. Kendim web tasarımcı olmama rağmen, kendime bir blog sayfası açmak, tasarımını ve yönetmesini yapmak ve en zoruda içine yazacak birşeyler bulmak fikrini düşünmek bile beni yoruyordu. Ama gel zaman git zaman Mehmet hocamın israrlarına dayanamadım ve blog olayına girdim. Kendi blog sitemde hergün birşeyler yazmaya başladım (daha çok siyaset), yazdıkça hoşuma gitmeye başladı bu olay (yazdıkça açıldım diyelim). Ve en sonunda bende sonofnights.com sitesinde de yazmaya karar verdim (alkışşş). Belkide Seda ve Adem arkadaşlarımın sitede yazmaya başlamaları, zaten hep istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım olayı hızlandırdı da diyebiliriz 🙂 (Kıskançlık mı yoksa!).

Kendi blog sitemde yazmak daha kolay geliyor bana. Sebebi de okuyucu kitlemin çok çok az olması. Ama sonofnights.com sitesinde yazmak insana ister istemez bir sorumluluk yüklüyor. Çünkü bu siteyi ziyaret edenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Tabi siteyi bu noktaya getirmeyi başaran Mehmet arkadaşımı tebrik etmeden geçemeyeceğim (Tebrik ediyorum Mehmet). Bana hangi konuda yazacağımı sormayın, bende bilmiyorum. Ama kategori başlığı “Nezih” olduğuna göre, nezih bir şeyler yazmaya çalışacağıma emin olabilirsiniz.

Bu satıra kadar bıkmadan okuduysanız sizde anlamışsınızdır, ben biraz konuyu uzatırım (altı üstü merhaba yazısı ama kaç satır oldu). Bir de gördüğünüz gibi parantez içlerinde de konuşurum habire. Sizleri bu “merhaba site” yazısıyla daha fazla sıkmadan, sitede yazmaya bugün başlamamın asıl sebebini de söyleyerek bitiriyorum yazımı. Bugün benim doğum günüm ve yıllar önce yaşamaya başladığım gün, ilk yazımla burada sizlere de yazmaya başlamak istedim (iyi ki doğdum ben…). Umarım hepiniz yazılarımdan zevk alırsınız. Beğenmeyenlerin de karşı eleştirilerine açık olduğumu belirtmek isterim (okuyucu çoğu zaman haklıdır) 😛 Bu satıra kadar bana ve yazıma tahammül edenlere teşekkür ediyorum.

Merhaba sonofnights.com

Elektronik Fon Transfer Sistemi ( EFT )

Piyaslarla yada genel politikalarla alakası olmayan fakat günümüzde hemen hemen herkesin kullandığı bir sistemin nasıl işlediğini anlatmak istedim bu yazımda.

Sadece bankaya eft talimatı verip gidiyorsunuz… Peki siz gittikten sonra neler oluyor? Hiç düşündünüz mü?

Öncelikle bankalara gittiğimizde en sık yaptığımız işlemlerin başında gelen para transfer türlerini kısa bir tanımlamak istiyorum.Üç tür para transferi yolunu izliyoruz.Bunlar; virman, havale ve eft.Bunları kısa bir açıkladıktan sonra en karmaşık işlemleri olan eft sistemini anlatmaya çalışacağım.Öncelikle anlamanızı kolaylaştırmak için örnek kişiler,bankalar ve şubelerini isimlendirelim.

A kişisi; X bankasının 1. şubesinde hesap sahibi
B kişisi: X bankasının 1. şubesinde hesap sahibi
C kişisi: X bankasının 2. şubesinde hesap sahibi
D kişisi: Y bankasının 1. şubesinde hesap sahibi

Aynı banka içersinde ve hatta aynı şube nezdinde iki hesap arasındaki para transferi virman işlemidir.Yani A kişisinin B kişisine para transferi virmandır.Her ikisi de X bankası müşterisi ve her ikisinin de hesapları 1. şubede bulunmaktadır.Bu işlem virmandır.

Aynı banka içersinde fakat farklı şubeler nezdineki iki hesap arasındaki para transferi havale işlemidir.Yani A kişisinin C kişisine para transferi havaledir.Her ikisi de X bankasının müşterisi.Fakat A kişisinin hesabı 1. şubede buna karşılık C kişisinin hesabı 2. şubesinde bulunmaktadır.Aynı bankanın farklı şubeleri arasında olan bu transfer havale işlemidir.

Farklı iki banka arasındaki para transferi eft işlemidir.A, B yada C kişisinden D kişisine para transferi eftdir.Çünkü A, B yada C kişisi X bankası müşterisi fakat D kişisi Y bankası müşterisidir.Bir bankanın hesaplarından başka bir bankanın hesaplarına giden para transferi söz konusudur.

Buraya kadar olan şeyler basit bir şekilde açıklamalarıydı sadece.Ön bilgi olması açısından kısa bir değinmek istedim.Asıl anlatacağım eft sisteminin işleyişidir.EFT sistemi nasıl işler, eft merkezi nedir, eft merkezi kimin kontrolündedir, kim denetler, çalışma saatleri nelerdir gibi sorulara yanıt arayacağız.

Elektronik Fon Transfer sistemi YTL ödemelerinin bankalar arasında elektronik ortamda, gerçek zamanlı olarak aktarılmasını sağlayan bir sistemdir.Uluslararası literatürde TIC-RTGS (Turkish Interbank Clearing – Settlement System ) adı ile anılmaktadır.

EFT sisteminin sahibi Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasıdır.Denetimi TCMB’na bağlı Muhasebe Genel Müdürlüğü bünyesindeki Elektronik Ödemeler Müdürlüğü’nce yapılır.EFT sisteminin katılımcıları Bankalar Kanunu uyarınca Türkiye’de faaliyette bulunan bankalar ve özel finans kurumlarıdır.

EFT sistemi normal iş günlerinde 08:00’de açılır.Kapanış saatleri tam iş günlerinde 17:30, yarım iş günlerinde 13:00’dır.

EFT sisteminde yatırım ve işlem giderlerinin karşılanması için sistemden geçen her mesajdan belirli bir ücret alınmaktadır.2002 yılı itibarı ile rakam vermek gerekirse en az 70.000 TL, en çok 6.750.000 TL’dir.

EFT Sistemi bileşenleri; EFT merkez sistemi, katılımcı aktarıcı bilgisayarı ve anabilgisayarları, TCMB sistemi ve özel iletişim ağıdır.Sistemin işleyişini kısaca bir özetleyeyim ve daha sonra bu bileşenlerin tek tek ayrıntılarına girelim.

Bankaya şubenize gittiniz.EFT işlemi yapmak istediğinizi söylediniz.Karşı tarafın bankasını, şubesini ve hesap numarasını bildirdiniz.Bir süre beklediğinizde banka memuru işleminizin yapıldığını söyledi ve siz de çıktınız şubenizden.Alıcıyı aradınız ” EFT’yi gerçekleştirdim.Hesaplarını kontrol et. ” derseniz hataya düşmüş olursunuz.Çünkü eft işlemi bu kadar kısa sürede gerçekleşmez.Virman yada havale işlemi gibi anında karşı tarafta gözükmez bu para.

Peki nasıl olur bu işleyiş?
Banka şubelerinde hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum cam hazneler içersinde dünyanın en değerli varlığıymış gibi korunan bir bilgisayar var.Dünyanın değil ama bankanın en değerli bilgisayarı diyebiliriz o bilgisayara.O bilgisayar Ankara’da bulunan merkez sisteme bağlı Ankara ve İstanbul’da bulunan iletişim ağına bağlıdır.Bu bilgisayara yüklenecek her türlü program TCMB sorumluluğundadır.Yine her türlü program güncellemesi TCMB görevlisi tarafından gerçekleştirilmektedir.O bilgisayarın çalışmaması demek o şubenin eft işlemi gerçekleştirememesi demektir.
Siz eft talimatınızı verdiniz ve banka görevlisi de talimatı hazırladı.Siz gittiğiniz sırada o talimat şubedeki eft merkezine bağlı bilgisayar aracılığı ile eğer sistemlerinde var ise anabilgisayara yok ise direk olarak eft merkezine gönderildi.Eft merkezi sizin bu mesajınızı aldı.İşlem sırasına koydu.İşlemler geliş sırasına göre yapılmaktadır.Her bankanın eft merkezinde ve TCMB nezdinde iki hesabı bulunmaktadır.Sıra sizin işleminize geldi.Uygun değil ise hesabınız işleminiz kuyruğa bırakılır, uygun ise işleme alınır.Transfer edilmek istenen tutar kadar gönderen olan X bankasının hesabından düşülür ve alıcı olan Y bankasının hesabındaki miktar arttırılır.Bu işlem alıcı olan Y bankasının bilgisayarlarına mesaj olarak iletilir.Alıcı kişide bankasının şubesine gittiği zaman eft geleceğini söylemesiyle birlikte banka görevlisi eft hesaplarını kontrol eder.Eft merkezinden gelen hesap artışını gördüğü takdirde alıcıya parasını öder.Gün sonunda eft merkezinden katılımcılara ve TCMB ‘sına rapor sunulur.Adem TAŞDAN

Yazımda kaynak olarak TCMB’nın 2002 yılındaki eft sistemi tanıtım yazısından yararlandım.

Carry Trade

Carry Trade; düşük faiz getiren bir para biriminden borçlanıp, bu parayı yüksek faiz getiren başka bir para birimine yatırmaktır. Örnek verelim; 1 Milyon Japon Yeni borç alırsınız ve bu parayla Amerikan Hazine Bonosu satın alırsınız. Japon bonosu %0,5 faiz veriyor buna karşılık Amerika bonosu %5 faiz veriyor. Kârınız %4,5.Hele bir de Amerika bonosundan daha yüksek faiz veren ülkelerin bonolarını aldığınızı düşünürseniz ki özellikle Türkiye’de bono faizleri %18’lerde bir seviyede, o zaman kârınız gerçekten çok yüksek bir seviyeye ulaşabilmektedir.

Carry trade piyasalarda genelde yen üzerinden yapılmaktadır. Çünkü faizlerin bilindiği üzere çok düşük olması, Japon Merkez Bankası’nın içinde bulunduğu deflasyondan çıkamaması ve faiz artışı için henüz bir belirti göstermemesi carry trade piyasalarda borçlanmanın yen’den yana olmasını sağlıyor. Fakat Japon Merkez Bankası’ndan gelebilecek herhangi bir faiz artırımı ciddi para akımlarına neden olabilir. Bu yüzden tüm dünya Japon piyasalarına gözlerini dikmiş ve o piyasadaki en ufak hareketleri izlemektedir.

Carry trade yöntemi aslına bakarsanız büyük riskleri de beraberinde getirmektedir. Takip edilmesi gereken iki önemli nokta bulunmakta. Birincisi borçlanılan ülkedeki faizler, ikincisi ise yatırım yapılan ülkedeki faizler.Borç alınan ülkedeki faiz artırımı yatırımcıyı büyük zararlara sokabilir.Borç aldığınız zamandaki faizden daha yüksek bir faizle geri ödemek zorunda kalırsınız. Carry trade piyasasında yüz milyar dolarların döndüğünü de hesaba katarsak, piyasalarda büyük risk dönmekte olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Türkiye yüksek faiz veren ülkelerin başında gelmekte. Bu da carry trade stratejisini benimseyen yatırımcıların en çok rağbet gösterdiği ülkeler konumuna taşıyor Türkiye’yi. Carry trade yönteminin bir ülke ekonomisi için yararı çok ama bu yararına karşılık riski de bir o kadar fazla.Bu yöntemle hazine bonosu satın alınan ülkeye büyük miktarda sıcak para girişi söz konusu olmaktadır. Gelen bu sıcak para ülke ekonomisine katkı sağlayıp, cari açığın dengelenmesine yarar sağlamaktadır. Fakat borç alınan ülkedeki bir faiz artışı ya da yatırım yapılan ülkedeki faiz düşüşü paranın geri çekilmesine neden olur.Bu da yatırım yapılan ülkeden büyük miktarda sıcak paranın çıkması demektir.Büyük miktarda paranın çıkışı da tüm hesapları, dengeleri alt üst edecektir.Bu o ülkenin para biriminin çöküşüne sebep olur.

Türkiye’de carry trade ile gelen sıcak para ekonominin düzelmesinde gizli kahraman rolü üstlenmekte. İstikrarın sağlamasında, ekonominin büyümesinde, ülkenin gelişmesinde önemli katkıları bulunmakta. Fakat bu yolla Türkiye’nin kaynaklarının dışarı gitmesinin önüne geçilmesi gerekmekte. Merkez Bankasının ileride bu riski azaltacak ciddi adımlar atması gerekiyor.

Adem Taşdan 😉

Subprime Mortgage ve Kriz..

Neden Mortgage almamalısınız?

Dünya ekonomisi Amerika’dan gelen dalgalanmalarla sarsılıp duruyor bugünlerde. Peki nedir bu dalgalanmalar ve bu dalgalanmaların özünde ne var. Karadenizin meşhur dalgalarını bile geride bıraktı bu dalgalanmalar. Karadenizin dalgaları sadece kıyı etkiliyor ama malesef Amerika gibi büyük bir gücün yarattığı dalgalar tüm dünyayı etkiliyor.

“Mortgage” diyerek söze gireyim efendim. Nedir bu mortage?
Mortgage sistemi; Amerika’da yıllardır uygulanmasına karşın 21.02.2007 tarihli TBMM oturumunda yasallaşan, kira öder gibi konut kredisi ödenerek ev sahibi olunan bir sistemdir.

ABD’de mortgage kredilerinin toplamı 10 trilyon dolar civarındadır. Bu 10 trilyonun yaklaşık 3,5 – 4 trilyon doları değişken faizli kredidir. Prime Mortgage ve Subprime Mortgage kredileri olarak ikiye ayrılıyor.

Nedir bunlar?
Prime Mortgage kredisi; kredi geçmişi temiz, daha önceki kredi alımlarında ödeme zorluğu çekmemiş ve daha önce sorun yaratmamış kişilere verilen kredidir.
Subprime Mortgage; kredi geçmişi temiz olmayan,daha önceki kredilerinde ödeme zorluğu çekmiş yada ödememe riski olan kişilere normalden daha yüksek faizle verilen kredilerdir.

Bu subprime mortgage kredileri 2000’li yıllarda faizlerin düşük olduğu bir dönemde, likitidenin de çok olması nedeniyle Amerikan bankaları tarafından tabiri caizse her önünge gelene verildi. Bankalar bu alacaklarını teminat göstererek tahvil çıkartıp iskonto ile satışa sundular. Bu fonların faizleri diğer enstrumanlardan daha yüksek. Hedge fon dediğimiz riski de getirisi de yüksek olan bu fonlar yatırımcılar tarafından satın alındı.

Peki sorun ne?
Sorun şu… 2000’li yıllarda verilen kredilerin vade süreleri yaklaştı fakat riskli kredi alıcıları gerekli geri ödemeyi yapamadılar. Bu yüzden mortgage ile aldıkları evi satışa çıkardılar. Bu sayede mortgage ödemeleri evden çıktıkları için duracaktı ve sattıkları evden elde ettikleri para ile de krediyi kapatacaklardı. Bunlar gibi birçok kredi alıcısı aynı yolu izleyince yani mevcut evlerini satışa çıkardıkları için ev satışları arttı. Paniğe kapılan mortgage kredi alıcılarının büyük çoğunluğu evlerini satmaya başladılar. Bu arzdaki artış fiyatlarda düşüşe neden oldu. Ev fiyatları çok düştü. Düşük fiyattan satılan evlerden elde edilen gelir kredileri kapatmaya yetmedi. Bankalarda bir likitide sorunu yarattı bu.

Peki bankalar ne yapmıştı?
Bankalar bu alacaklarını teminat gösterip fon satışında bulunmuşlardı. Bu hedge fonları alan yatırımcılar ellerindeki fonları çıkartmaya başladılar. Piyasada müthiş bir satış akımı oluştu bu sayede. Arzın artması tabiki yine piyasada değerlerini kaybetmelerine neden oldu. Amerikanın mortgage piyasasında şu an büyük bir likitide sorunu var. Bearn Stears firması bu hedge fonlar yüzünden tam 3 milyar $ kaybettiler.

Bu panik tüm piyasaları etkiledi. Dow Jones endekslerinin düşüşüne sebep oldu. Dünyaca ünlü markaların hisselerinin bu borsada satılıyor. Amerikadaki bu panik ve kriz havası tüm dünya ekonomilerini tetikledi. Borsa endekslerinde hızlı düşüşlere sebep oldu.

Peki Türkiye’de neler oldu?
Uluslararası yatırım şirketleri şu anki durum itibarı ile risk taşıyan ülkeler olduğunu ve içlerinde Türkiye’nin de olduğunu belirtti. Seçim sonrasında 55.000 sınırını geçen IMKB endeksi bugün itibarı ile %4,34’lük bir düşüşle 47.714 seviyesine geriledi. Yabancı payında bir düşüş görüldü. Yabancı yatırımcıların piyasadaki düşüşlerden etkilenip dolarlarını çekmesi sonucu piyasalardaki dolar likitidesinde düşüşe neden oldu ve bu da dolarda yükseliş olmasını sağladı.

Ne bekleniyor?
Amerikada mortgage krizi duruldu gibi görünüyor. Fakat henüz bitmiş değil. Okuduğum analistcilere göre ikinci bir dalga bekleniyor. Bu dalga karşısında IMKB 45.500’leri test edebileceği bekleniyor. IMKB yorumcularının genel olarak ” alma ” şeklindeki tavsiyelerini sanırım ciddiye almak gerek. Yabancı paylarında düşüşün devam edeceğini ve %70’lerin altına düşebileceği söyleniyor. Doların yükselişe geçebileceği fakat Türkiye’deki doların yüksek likitidesi sayesinde 1.40 seviyesini aşmayacağını dile getiriyorlar.

Adem Taşdan 😉

Merhabalar…

Ben de arkadaşımız Seda gibi Mehmet’ten ” Sen de yazar mısın? ” şeklinde bir soru alınca gerçekten şaşırdım.Mehmetin de dediği gibi ” Ben ne yazabilirim ki? ” diye düşündüm.Aslında uzun bir süredir blog’lardaki yazarları okuyorum.Blog yazarlığı günümüzde oldukça popüler bir hal aldı.Hemen hemen her konuda açılmış bir blog bulmak mümkün ve kimseden bir izin almadan istediğimiz yazıları yazmakta özgürüz.Fakat bence bu biraz sorumluluk gerektiren bir iş.Yani herhangi bir konuda bir yazı yazıcaksınız ve birçok kişi bu yazınızı okuyacak.Belki aradığı sorunun cevabını sizin yazınızda bulacak veyahut yanlış vermiş olduğunuz bir bilgi ile onu yanlış yönlendirmiş olacaksınız.Benim yazıp yazmama arasındaki tereddütüm bu yöndeydi.Farkında olmadan yanlış bir bilgi verirsem hoş olmaz diye düşündüm.Bu yüzden şimdiden arkadaşlara sölemek istiyorum 🙂 ” Yazacaklarım tamamen kendi fikirlerimdir.. Duyrulur 🙂 “

Kendimi tanıtacak olursam kısaca; Karadeniz Teknik Üniversitesi – İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi – İktisat Bölümü öğrencisiyim.Tabi bu sene ayrıyetten Dış Ticaret eğitimine başlayacağım.İktisatçı kimliğimin gerektirdiği üzre güncel piyasaları elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum.Mehmet arkadaşımla da uzun uzun sohbetler yapıyoruz bu konularda.Amerika malum büyük güç.Bazen Amerika’ya kızdığım zaman Türkiye’den bir ses olarak Mehmet arkadaşımıza kızıyorum.Amerikan bankalarının önüne gelene kredi vermesini sanki Mehmet arkadaşım istemiş gibi ona serzenişte bulunuyorum 🙂

Benim yazılarımda konu sınırı olmayacak.Gün gelir piyasaları kendimce, dilimin yettiği kadarıyla, bir çok analizcinin yorumlarını da katar yazabilirim.Gün gelir aşkla ilgili bir yazı yazabilirim.Gün gelir başımdan geçen ilginç bir olayı sizlerle paylaşabilirim.Gün gelir gitarımla çaldığım bir şarkıyı sizinle paylaşırım.Burası fikirlerimizi ve yaşadıklarımızı paylaşma ortamı değil mi zaten? 🙂

Yazılarım tabiki eleştiriye açıktır.Sizler eleştireceksiniz ki ben de hatalarımdan ders çıkaracağım.Yukarıda belirttiğim gibi; ” Yazacaklarım tamamen kendi fikirlerimdir 🙂

Not: İmla hatalarımı mazur görün..
Hatalıysam : ademtasdan@gmail.com 🙂

css.php