İçeriğe atla

Fazıl Say’a Uçak Bileti

Sanatçı kılıklı bu kişinin ve şu anda onun şakşakçılığını yapan gazetelerin yaptıkları, AYRIMCILIK’tan, toplumu kesimlere ayırmaktan başka hiçbirşey değildir. Amerikada din, dil, ırk ve geldiği ülkeyi bir kişiye sorduğunuz zaman o kişi size bunları söylememekle kalmayıp hakkınızda dava bile açabiliyor. Bu adam çıkıp, biz %30, onlar %70 oldu bu ülkede yaşanmaz diyor. Senin %30’un kim, diğer %70 kim? Yeter artık arkadaş, ahlaksızlıkta çizgi tanımıyorsunuz, ayırımcılığınızdan kayırmacılığınızdan vallahi gına geldi.

Mahalle baskısı dediğiniz zıkkımın en alasını “modern”, “çağdaş” diye nitelendirdiğiniz şirketlerde çalışan dinini yaşamaya çalışan ortalama insanlara, üniversitelerde sınıftaki arkadaşlarınıza, her türlü ortam ve durumda “aynı dili konuşan aynı milletin çocuklarıyız” duygusuyla size yaklaşan kimselere uygularsınız. Aaa sen içki içmiyo musun? Al bi kadeh ne olcak. Aaaa senin manitan yok mu? Ya bi sürü kız var yapalım bitanesini sana!! Aaa sen şunu yapmıyo musun, hallederiz kardeşim canını sıkma sen.

Ulan mahalle baskısı diye diye insanların hak ve özgürlüklerine çullanıyorsunuz, ilkokuldan itibaren herkese öğretilen içki kötüdür, zina toplumun direği olan aileyi kökünden kazır sözlerinin hepsini çiğneye çiğneye bütün haltlarını yediniz bi de üstüne üstük yapmayanları ve sizi bu yönlerden dolayı eleştirip dışlamıyan insanları hor görüp, gazetelerde biz artık azınlığa düştük, ülkeyi alın başınıza çalın diyorsunuz. Defol arkadaş, al piyanonu, al notalarını, DEFOL! Sen kimsin de, ne yaptın da senin ve senin gibilerinin haricinde kalan insanları hor görüyorsun! Savaşsa savaş, kayıpsa kayıp. Benim dedem iki cephede Atatürkle savaşmış evde madalyaları duruyor. Sen kimi kimin ülkesinde dışlıyorsun ARKADAŞ! Ben seninle yaşamak adına girdiğin ortamlara gelirim, yanında arkadaşlığını dert ortaklığını yaparım ama kuyruğuna bir dokunulunca, İslamcılar ülkeyi ele geçirdi, Şeriat ülkeyi bastı, üniversitelerde başörtüsü serbest olursa İran oluruz! Benim dedem sen git devletin bütün malını mülkünü balolarda ye iç diye mi savaştı ARKADAŞ?! Neymiş Tayyip Erdoğan devlet erkanında uygulanan kadehli içkili seramonileri kaldırıp devlet kültürünü değiştiriyormuş. Adam içki içmiyor diye zorla içki mi içireceksiniz?! Neymiş yeni YÖK başkanına, ters düz konuşma insanların hassasiyetlerini kurcalama demişler. Sen ve senin gibiler, benim öz vatanımda kardeşimin, kızımın, yiğenimin başörtülü eğitim almasını engelliyorsunuz, onun başörtüsünden nefret ediyorsunuz; ondan sonra bu adamlar her yeri ele geçirdi ben gidiyorum diyorsunuz. GİT ARKADAŞ, uçak biletin benden. Arkandan gidecekler varsa onlarda haber versin onlara da yaparız bir güzellik.

Kosova Isınıyor

Pazar yerinde sivillerin otomatik silahlarla tarandığı sahneleri sanırım birçoğumuz hatırlıyoruz. Bosnadan bahsediyorum. Osmanlıdan kalma köprülerin yıkıldığı, Srebrenika ve kadın, yaşlı, bebek demeden katledildiği toplu ölümler. İki dünya savaşının çıkmasına neden olan Sırplar, %90’ı Arnavut olan Kosovanın kendilerinden ayrılıp egemenliğini ilan etmesine çok yüksek sesle karşı çıkıyorlar. Tekrar savaşa gireriz, askeri gücümüzü kullanırız diye açık açık tehdit ediyorlar. Ama bu sefer işler 90’lardan biraz daha karışık. İşin içinde devlerin menfaati de var. Olayı biraz gerip sarıp devlere geliyim. Amerika Irak’a girdiğinden beri İran’ın nükleer silah çalışması yaptığını iddia ediyor. Devamlı bununla ilgili açıklamalarda bulunup, diğer devletleri bu konuda bişeyler yapmaya çağırıyor. İyi güzel bu zamana kadar biz de buna inandık ve İran’ın nükleer silah geliştirdiğini sandık hatta sevindik… Ama geçen hafta sahtekarların efendisi Bush yüzü kızarmadan, utanmadan basın mensuplarının karşısına çıktı ve CIA’in kendisine yeni verdiği bir rapora göre İran’ın nükleer silah yapım çalışmalarını 2003 yılında terk ettiğini söyledi. Irak’a girmek için Saddam’ın nükleer silah yaptığını bahane etmesi ve yalan çıkması gibi İran’ın nükleer silah balonu da yalan çıktı. Tabi Bush sahtekarı İran’a devamlı bişeyler atfederken boş durmuyordu. Bundan birkaç ay evvel İran’ın muhtemel bir Avrupa saldırısına karşın Polonya’ya üst kurma çalışmasına başladı. Polonya çoğunluk itibariyle fakir bir ülke olduğu için karşılığında alacakları menfaate binaen bu teklifi kabul etti ve şu anda çalışmalar olanca hızıyla devam ediyor. Bu üste füze imha edici merkezler kurmayı hedefliyorlar. Polonya’ya kuracakları üstü desteklemek için Çek Cumhuriyeti’ne de ayrı bir üst kurup oraya da radar sistemlerini yerleştiriyorlar. Geçen ay İran’ın Cumhuriyet savaşçıları ismini verdiği özel tim ordusunu Amerika Birleşik Devletleri ‘terörist organizasyon’ olarak ilan etti. Politik sayılabilecek bu manevraların yanı sırası aylardır Amerikan şirketlerini İranla ticaret yapmamaya ikna etmeye çalışıp, İran’ın finansal gücünün önüne de geçmeye çalışıyorlardı. Akdenize gelen savaş gemileri de askeri alanda yapmaya çalıştıkları manevralardan bitanesi.

Amerika’nın Polonya’ya yani burnunun dibine kadar girmesine Rusya olanca gücüyla karşı çıktı ve çıkmaya devam ediyor. Amerika’nın asıl hedefinin İran değil kendileri olduğunu ifade ediyor. Amerika ve Rusya geçtiğimiz cuma günü bu konuyu görüşmek için Maceristanda tekrar bir araya geldiler ve bu durumu değerlendiriyorlar. Tabi politik oyunlarda tam hızıyla devam ediyor. Amerika Rusya’nın burnunun dibine kadar girerken Ruslarda buna karşılık verir gibi dün menzili kıtalar arasına ulaşan füzeleri başarıyla test ettiklerini basına açıkladı. Bu bir manada, sen benim burnuma kadar girip beni tehdit ediyorsun, ben de buradan ta Amerika’ya atacağım füzelerle seni tehdit ediyorum demek istiyor. Bunun yanında Rusya, Avrupa Askeri Birliği (Conventional Armed Forces in Europe (CFE)) olarak adlandırılan CFE’den askeri birliğini çekmeye karar verdiğini açıkladı.
Kendi aralarında deve güreşi yapan bu ülkelerden Kosovaya geri gelelim. Kosova’nın şu anki durumu ve Sırplarla görüşmelerle ilgili Amerika’nın birebir bağlantısı yok ama Avrupa Birliğini kukla gibi ellerinde oynatıyorlar. Aralık 19’a kadar bir karar vermezseniz bir tarafı açıkca desteklemek durumunda kalacağız diye mesajlarını Sırp tarafına iletiyorlar. Tabi Sırplarında arkasında Ruslar var. Babaları tarafından kavgaya itilmiş çocuklar gibi Kosova ve Sırp gruplar bir araya geliyorlar. Amerika şu anda Kosova’nın tarafında, bunda Rusya’nın Sırpları tutması da olabilir, Amerika’nın Avrupada daha etkin bir güç olmaya çalışması da olabilir. Ama ortada dönen oyunlardan ve entrikalardan sonuç olarak zarar gören yine Balkanlar, Kosova, istikrar ve barış gibi gözüküyor.

Bir öğrencimin bana öğrettikleri

Aşağıdaki Doğan Cüceloğlu’nun yazısı bugün e-mailime geldi. Sonofnights okuyucularıyla paylaşmak istedim.

Kaliforniya’da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, “Armudun iyisini ayılar yer” düşüncesi oldu.
Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi.
Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor.
Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:
“Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?
“Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini ”
“Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?
Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally’nin mahremiyetine ‘burnumu sokuyordum.’
Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, “O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim” dedi.
O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, “Sen benim kahramanımsın” duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım.
“Nasıl yani?” dedim.
“Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor.”
Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu “ayı” olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally’nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım.
Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, ‘Armudun iyisini ayılar yer’ diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally’nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı.

Birkaç hafta sonra Sally’e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles’in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. “Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir,” dedi ve iki gün sonra, “Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler,” dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco’ya gidecektim, Sally’nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim.
Bu planımı Sally’e söylediğimde Sally, “O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz,” dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach’ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally’nin ağabeyi Brian’ın evine vardık. Sally’nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian’ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı.

Ziyaret ettiğim bu güleryüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally’nin babası George’un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally’ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. “Evet” yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. “Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz”, dedi. Tüylerim diken diken oldu. Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından
yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George’a “Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz!” dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, “Tabii, onlar küçük insanlar!” yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki ‘Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?’ diyordu.
O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.
Bu güleryüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally’nin ağabeyi Brian’ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu.
Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles’ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14’te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı: ‘Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat başbaşa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary’le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.
Brian’ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu.
Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian’ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir ‘keşke’ olmayacak.
Sally’e sordum: “Baban seninle randevulaşır mıydı?”
“Evet”, dedi, “yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla başbaşa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, “Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!”. Gülümseyerek, “Nereden biliyorsun?” diye sordum.
“Biz Frank’le konuştuk” diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.
Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.
Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, ‘bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, ‘Ne yapabilirim?’ sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally’nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum.
Sally, içinde yetiştiği ailede, varoluşun beş boyutunu da doya doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, ‘Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın’, mesajı alır ve çocuğun CAN’ı beslenir.
Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, ‘Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim’, mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, ‘Ben sevilmeye layık biriyim!’ diye yoğrulur.
Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, varoluşun beş boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN’dır.

YÖK Meselesi

YÖK Başkanlığı’na atama konusundaki soruyu da yanıtlayan Gül, bu göreve “özgürlükçü” birisinin atanmasından herkesin memnun olacağını söyledi. Bu arada YÖK sistemini ele almak gerektiğini de vurgulayarak “İnanılmaz şeyler oluyor” diye konuştu. “İlk kez açıklıyorum” diyerek Cumhurbaşkanı olarak bugüne kadar yaptığı tek rektör atamasıyla ilgili şunları söyledi: “(YÖK’ten) üç isimli bir dosya geldi.
Dosyanın içinde bir de not vardı. İsimlerden biri ile ilgili olarak ‘karısı kara çarşaflıdır. Fakülteye her gün gelir hocaları tehdit eder’ deniyordu. Dehşete düştüm. Rektörlüğe soyunduğuna göre, olsa olsa hanımı başörtülüdür dedim. Talimat verdim. Buna bir bakın dedim. Araştırdılar ve adam bekâr dediler. Bir şey vardır, bir daha bakın dedim. Geldiler hiç evlenmemiş dediler. Cumhurbaşkanlığı makamına işte böyle bir dosya geldi.”
Gül, YÖK konusundaki sözlerini “Ümit ederim, en gelişmiş ülkelerde üniversite sistemi nasılsa Türkiye’de de öyle olur” diye tamamladı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ilk rektör atamasını eylül ayında yapmış ve Yükseköğretim Kurulu’ndan (YÖK) kendisine gönderilen listede 2’nci sırada yer alan Prof. Dr. Fazıl Sağlam’ı Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Rektörlüğü’ne atamıştı.

2 Aralık 2007 – Milliyet Gazetesinden alıntı

Vista’dan vazgeçmeyin

Bu vidyo gerçekten komik. Apple Macintosh tarafından Vista ile dalga geçmek için hazırlanmış. Vista’nın güzel görüntüsü altındaki hantal ev işe yaramaz halinden şikayet edenlerin Windows XP’ye geçmeye çalıştıklarını söylüyor. 🙂 Şahsen Windows Vista’yı görselliği haricinde hiç beğenmedim. Windows XP’nin üstüne yaldızlı bi tşört giydirmişler. Üstüne bi de 2 GB. hafıza istiyor. 2 GB hafızayı XP’ye taksanız, kullanacağınız bazı programlarla Vista’yı gayet güzel canlandırabilirsiniz.

Milliyet çok alınmış

Milliyet gazetesi yine bayramlık ağzını açmış. Sanki hergün manipüle ettikleri haberlerle, dejenere olmuş bilgilerle bize kendi düşüncelerini enjekte etmiyorlarmış gibi bi de kendi köşelerinden olayların “Milliyetçesini” yazmışlar. Bu sefer ağızlarını ATV ve Sabah gazetesinin satışı için açmışlar. Bundan evvel genel seçim olmadan hemen önce, cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmadan birgün önce, Irak konusu gündeme geldiği zaman Milliyet gazetesi olarak düşüncelerini bize duyurdular. Bu seferde, Türk milletine verdikleri sözü tutup ihaleye girmiyorlarmış ve tek amaçları bu satışların en yüksek değerlerle gerçekleştirilip hazinenin bu durumdan en yüksek karı elde etmesiymiş. Yani çok amiyane bir tabir olacak ama biz de bunu yedik. Gerçekten Milliyet amca, ihaleye giremedik, girmeye kalksak ve ihaleyi alsak büyük bir ihtimalle ihale düşerdi (medyada tekel) demiyorlar da; bizlere bir iyilik yapmışcasına ihaleye girmediklerini duyuruyorlar. Hatırlarsanız Hürriyet gazetesi de buna benzer bir jest yapmıştı. Aile değerlerine çok önem verdikleri için çıplak manken v.s. galerilerini web sitelerinden kaldırma kararı aldıklarını söylemişlerdi. Bunu duyurdukları gün binlerce mesaj almışlar, çok mutlu olmuşlardı. Bir de ne görelim, bir hafta geçmeden aynı galeriler boyboy ana sayfanın kenarlarından fışkırmaya başladı. Alışmış kudurmuştan beterdir derler, bu düzene alışmışlar öyle birkaç günlük göz boyamayla ara gazı verip bir üst vitese geçip sonra normal yola devam ettiler. Sonra ne oldu? Uyuyan halkımız uyandı, bunun farkına vardı filan falan yok tabiki, alışmışız önümüze ne gelirse yemeye, bu gelenler de midemizin nadide bir noktasında yer buldu.

Dönelim Milliyet amcaya. Baykal’ın basın yolsuzluklarla ilgilenmiyor sözüne de çok alınmışlar. İnanın bu gazetecilerin zihinlerinin çalışmasına hayranım. Bu kadar mı tilki bu kadar mı çiyan ruhlu olursunuz. Yahu siz daha iki gün önce Baykal’ı şamar oğlan gibi tokatlıyıp ettiği laflarla alay ediyordunuz. Bugün babasının sözlerinden çok etkilenmiş evlat gibi Baykal’ın önünde boynunuzu eğip sözlerinden alınıyorsunuz. Tam tiyatrocusunuz. Baykal sözlerinde haklı, medya genel ve yerel yönetimde fazla ses çıkarmıyor. Tabi bunun da nedenleri var. Nedenlere gelmeden birşey söyleyim, Baykal da bundan önce gelenler de bu suyun nasıl aktığını, bu düzenin nasıl işlediğini çok iyi biliyorlar. Hükümetler ve Medya grupları arasında, Belediye başkanları ve Medya grupları arasında organik veya inorganik hiçbir bağ yok mu? Mesela, ne gariptir Kadir Topbaş İstanbul belediye başkanı seçildiğinden beri birkere bile hakkında olumsuz bir haber yayınlamadılar. (Hergün bunların web sayfalarını ziyaret eden birisi olarak benim gözümden kaçtıysa aflarına sığınıyorum.) Neden Topbaş’ın hiçbir negatif yanını yazmıyorlar? Devamlı canım cicim? Doğan grubunun İGDAŞ ve İSKİ’ye olan yüklü bir borcu olabilir mi acaba? Tabi ben Baykal değilim, benim sözlerime de alınıp bi köşe yazısı yazacak halleri yok, onun için medya gruplarının yönetimler üzerinde etkisi ve onun karşılığında edindikleri haklarla devam ediyim. Medya grubu olarak Amerika’da olan medya gruplarından daha etkin söze sahip olduklarını çok rahatlıkla söyleyebilirim. Amerika’da bildik; CNN, Fox News, MSNBC gibi haber kanalları mevcut. Bunlar da genelde ele aldıkları birkaç konu üzerinden günü bitiriyorlar. Türkiye haberlerini izleyip Amerika’da haber izlemeye çalışırsanız size emin olun çok yavan ve basit gelecek. Politik tartışmalar başlatıyorlar ama Amerika halkı haberlere ve politik konulara hevesli olmadığı için kopardıkları fırtınalarla çok müthiş kasırgalar koparamıyorlar. Tabi bu durum Türkiye’de farklı, hem bardak küçük hem halk haberlere ve medyaya çok önem veriyor. Öyle olunca, medya A deyince bu kesinlikle A’dır böyle olmalıdır diyip yola devam ediliyor. Bunun doğal sonucu olarak aşırı bir şımarıklık, herşeyi kendilerinin belirleyebileceği bir tavır. Alın, Hürriyet gazetesi baş yazarı Ertuğrul Özkük en etkili kişilerden birisi seçilmiş. Neden? Adam Cumhurbaşkanıyla, Genel Kurmay başkanıyla başbaşa oturuyor sohbet ediyor. Sen devlet misin, asker misin? Nedeni çok açık, halk bu heriflerin sözlerine ehemmiyet gösteriyor. Teke Tekçi Fatih Altaylı, gruptan ayrıldıktan sonra Ertuğrul Özkök’ün koltuk için yapmayacağı şey yoktur dedi. Onların daha neler karıştırdıklarıyla ilgili başka şeyler de anlattı. Gel gör ki bu adam en etkili 10 kişiden birisiymiş…

Bundan önce yazmayı düşünüp sonradan vazgeçtiğim bir olay vardı. Türkiye’de çalışırken Sabah grubu da çalıştığım iş yerinin müşterisiydi. Sabah grubunun sistem yöneticilerinden birisi beni aradı ve problem yaşadıklarını belirtti. Ama ifade tarzı ve konuşmasıyla görseniz benimle mahalle kavgası yapıyor. Ben durumu onun ağzından dinledikten sonra uygulanabilecek çözümleri izah ettim ve kendisinin email gönderip konunun devamını email üzerinden değerlendirmemizi istedim. Sanki bunu dememişim gibi telefonda püskürmeye devam ediyor. Neyse, bi şekilde telefonu kapattım ve satış departmanını aradım. Öğrendimki, benimle hakkında kavga ettiği ürünün daha parasını bile ödememişler. Ödeme yapmadan, ürünü almışlar üstüne bi de benden problemlerini çözmemi istiyorlar. Telefonun açılışı da şu şekilde, “ben Sabah grubundan arıyorum”. İstersen gece yarısı grubundan ara, parasını ödersin, insan olursun her işin yapılır ama bunlar onun hesabında değiller. Ellerine aldıklar medya tabancasıyla Türkiye’nin en büyük mafyalığını yapıyorlar. Biz de alıp bunları baş tacı yapıyoruz…


Musul bölünürse bize hak doğar

Alta eklediğim yazıya sonuna kadar katılıyorum. Oralarda yüzyıl yaşadılar diye sahiplik iddiası güdenler, 300-400 yıl hükmümüz altında huzur ile yaşayan Musul ve Kerkük’teki en doğal hakkımıza karşı çıkamazlar. Yurtta sulh cihanda sulh sözüyle kendimizi avutuyoruz, Amerika medyasını açın dinleyin. Savaşmak, yeni yerler almak ve bu yerlere hükmetmek, birilerini düşman ilan etmek günlük konuşmalarının çok doğal bir parçası. Osmanlıyla bıraktığımız fetih düşüncesi ve peşine düştüğümüz modernizm rüyası, şu anki dünya gerçekleriyle ve yürütülen politikalarla hiçbirşekilde örtüşmüyor. Türkiye gerekirse İran gibi nükleer silah çalışmaları yapmalı gerekirse Musul’a ve Kerkük’e girip hakkı olanı almalıdır. Ağlamayana meme vermiyorlar. (tonumdan provake olmuş olduğum veya provokasyon yapmaya çalıştığım sanılmasın, bu konuyla ve Amerika’nın dünya üzerinde takındığı genel tavırla ilgili uzunca bir yazı yazmak istiyorum, o zaman nelerin bunları söylettiğini daha rahat görebilirsiniz)

Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türkiye’nin Musul ve Kerkük anlaşmalarını birleşik Irak’ın bütünlüğü için imzaladığını belirterek, “Eğer bu bölgede parçalanmalar olursa, bölünme yaşanırsa Türkiye’nin Musul ve Kerkük üzerinde uluslararası hakkı gündeme gelir ve bunu kullanması gerekir” dedi.Çorum Valiliği, Belediye Başkanlığı ve Hitit Üniversitesi tarafından düzenlenen Uluslararası Osmanlı’dan Cumhuriyete Çorum Sempozyumu’nda konuşan Prof. Dr Halaçoğlu, tarihçilerin sorumluluğunun büyük olduğunu belirterek, tarihçinin geçmiş bir olayı objektif bir değerlendirme ile günümüze yansıttığını kaydetti.

Tarihçinin olayları doğru olarak yansıtmak zorunda olduğunu belirten Prof. Dr. Halaçoğlu, tarihçinin olayları yansıtırken kişileri töhmet altında bırakmaması gerektiğini vurguladı. Tarihin canlı bir varlık olduğunu ifade eden Prof. Dr. Halaçoğlu, “Tarihi geçmişte kalmış bir olay gibi değerlendiremezsiniz. Önümüze her defasında farklı bir şekilde çıkmaktadır. Tarihi o dönem ile değerlendirirsek bilimsel olmaz” dedi.

Türkiye’de bugün aydın olarak değerlendirilen kişilerin bazı olayları günümüze göre değerlendirdiğini vurgulayan Halaçoğlu, bu kişilerin acımasız eleştiriler yaptığını öne sürerek, konunun uzmanı olmadan, eleştiri yapmanın doğru olmadığını kaydetti.

“IRAK TÜRKİYE İÇİN ÇOK ÖNEMLİDİR”

Prof. Dr. Halaçoğlu, Irak’ta yaşanan olaylara da değinerek, bu bölgenin Türkiye açısından çok önemli olduğunu kaydetti. Musul ve Kerkük’ün 1926 yılında uluslararası bir anlaşmayla birleşik Irak devletinin bütünlüğünü sağlamak amacıyla verildiğini belirten Prof. Dr. Halaçoğlu, şunları söyledi:

“Türkiye, Musul ve Kerkük anlaşmalarını birleşik Irak’ın bütünlüğü için imzalamıştır. Eğer bu bölgede parçalanmalar olursa, bölünme yaşanırsa Türkiye’nin Musul ve Kerkük üzerinde uluslararası hakkı gündeme gelir ve bunu kullanması gerekir. Eğer bölünme tehlikesini görmezlikten gelir ve gerekli tedbirleri alamazsa Musul ve Kerkük’te söz sahibi olamayız. Irak meselesinin sadece günümüze göre değerlendirilmesi yanlıştır. Geçmişten gelen tarihsel süreç ve günümüzdeki olaylarla birlikte değerlendirilerek, ortak bir çözüm noktası bulunmalıdır.”

Prof. Dr. Halaçoğlu, “günümüzde sömürge sisteminin demokrasi ve insan haklarına dayandırılarak gerçekleştirildiğini” belirterek, ABD’nin Irak’ı işgalinden bugüne kadar 1 milyon 200 bin insanın öldüğünü bildirdi.
Halaçoğlu, “Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler nerede? İnsan hakları diyoruz, demokrasi diyoruz. Bunlar adına sömürge düzeni devam ettiriliyor.

Türkiye Cumhuriyeti üzerinde de bugün aynı oyunlar oynanıyor. Kürt-Türk ayrımı yapılarak bu oyun körükleniyor. Ama bu oyunlara gelmememiz gerekiyor. Bugün aydın diye geçinenler ve demokrasi söylemleri yapanlar 301. maddenin mutlaka kaldırılması gerektiğini söylerken, hemen yanı başındaki insanlık faciasını görmezlikten geliyorlar. Bu çifte standarttır” diye konuştu.

“ERMENİ SOYKIRIMI SÖYLEMLERİ TARİHİ DEÄžİL SİYASİ”

Ermeni lobisinin 1915 olaylarına ilişkin iddialarının sıklıkla gündeme gelmesinin amacının, Türkiye’ye baskı kurmak olduğunu belirten Prof. Dr. Halaçoğlu, “Aslında Batı, konunun gerçeklerini araştırma arzusunda değil. Amaç bunu Türkiye’ye baskı aracı olarak kullanmak. Biz bildiklerimizi bal gibi anlatıyoruz ama karşıdakinin ne kadar anlamak istediği önemli” dedi.

1915 olaylarının tarihi değil, siyasi bir düşünce olduğunu ifade eden Halaçoğlu, sözlerine şöyle devam etti:
“Tarihi olaylar günümüzde meydana gelen olaylarla anlatılmaz. Sadece tek yönlü olarak değerlendirilmez, komşu ülkelerin bilgi ve dokümanları, Türkiye ve Ermenistan ile o dönemde Türkiye’nin yanında olan Almanya ve Avusturya, karşıtı olan ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin bilgi ve dokümanları ile kayıtları birlikte değerlendirilmeli ve ona göre bir sonuç çıkarmalıdır. Aksi halde sadece söylemlerle ve tek taraflı bir düşünce anlayışı tarihsel bir gerçek değil sadece siyesi bir gerçek olur.”

Prof. Dr. Halaçoğlu, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1915 yılında üç cephede birden savaştığını ve o dönemde bazı Ermeni gruplar tarafından Osmanlılara sabotaj yapılarak başarı sağlanmasının engellemeye çalışıldığını dile getirerek, “Savaşta her devlet kendi çıkarları içinde hareket eder. Kendi içinizde vatandaşınız bunu yapmışsa, işin rengi değişir. Dolayısıyla Osmanlı’nın bu tür hareketlere karşı tedbir almaması mümkün değildir” dedi.

“DÜNYANIN EN RAHAT ÇALIŞILACAK ARŞİVİ BİZDE”

Prof. Dr. Halaçoğlu, dünyanın en rahat çalışabilecek arşivinin Türkiye’de olduğunu belirterek, Osmanlı arşivinde şu ana kadar 60 milyon civarında belgenin araştırmacılara sunulduğunu, bunun zamanla 100 milyonu geçeceğini kaydetti.
Arşivin internete de verildiğini ifade eden Halaçoğlu, arşivden en fazla ABD, Japonya ve Almanya’nın araştırma yaptığını, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak tüm arşivlerin açık olduğunu sözlerine ekledi.

Email hacking

Merhaba sevgili arkadaşlar;
Bir çoğunuz forumlarda “msn hack programi” , “tek tik ile msn hacking” gibisinden başlıklar görürsünüz. Aslında “mail hack” diye bir şey yoktur. Kullanıcının hatasından dolayı oluşan güvenlik zaafiyetinin kötü insanlar (!) tarafından kullanılması vardır.

Mail adresini yaz sonrasında “şifreyi kır” butonuna basarak mail şifresi al gibisinden bir açıklama ile tanıtılan/tartılan bir program yoktur – olmayacaktır – olamayacaktır. olsa bile çalışmıyordur , kötü emeller için yazılmıştır. Bunu bilinçsiz kullanıcılara anlatmak için çoğu web adminin dilinde tüy bitmiştir damağı patlamıştır.

Ama hala “mail hack” diye sağda solda yazılar yazan-yardım arayan bir sürü insan vardir ve gün geçtikçe bu kişiler çoğalmaktadır.

Bir kullanıcıya iyi kodlanmış bir trojanı gonderip ; hedefin bilgisayarında aktif hale gelmesinden sonra msn şifreleri ve bunun yanında tum konuşmaları size mail olarak gelebilir. bu bir hack degildir. sonuçta usta bir programcının yazdıgı bir program ile trojan server oluşturmuş ve karşı tarafa göndermişsiniz sonrasında şifreleri calmışsınız. bu sizin başarınız degildir bu trojan serverı uretmek için kullandıgınız programı yazan coder’in başarısıdır.

Unutmayalım ki bu coder’in başarısı onu hiç bir zaman gerçek bir hacker yapmaz. cunku gercek bir hacker olmak için iyi bir programcı olmak yetmiyor.daha fazlası ve cok daha fazlası gerekli…

Fake mail konusuna gelince;
genelde 13-14 yasındaki kisilerin veya bilgisayarı hiç bilmeyen bir kullanıcının zaafiyetinden dolayı ortaya çıkan bir “şifre çalma” yöntemidir. Aksini söyleyen olsa dahi bu böyledir. Çünkü fake mailin profesyonellik ile alakası yoktur.
Yöntem; basitçe geliştirilmiş bir hotmail.com anasayfasının ( yahoo , icq vs.vb. ‘da olabilir. ) kullanıcıya art niyetli bir şekilde kodlanmış halini göndermek ve sonrasında kullanıcının mail adresini – şifresini yazıp giriş yapmaya çalışması ile mailin sizin istediğiniz bir mail adresine gelmesinden başka bir şey degildir. Bir trojanı hedefe gönderip gereken şifrelerini almak nasıl ki hack degilse fake mail yöntemi ile şifre çalmak da hack degildir.

Bu gün bu tür düşünceler ile yola çıkmış insanlar ileride hacker olmamasına rağmen hack ile iyiden iyiye ilgilenmiş kişiler tarafından lamer olarak anılır. ve ileride hacking’de başarılı olsa dahi geçmişi her zaman kötü görülür. Zaten bir mailin şifresini çalıpta okulda, sokakda,internet kafede “ben bir hackerım” diyenlerin tamamı kendini tatmin etmek için , arkadaslarına hava yapmak için veya kendi özel sorunlarını açıklığa kavusturmak için uğrasıyor.

Bu yazıyı yazma nedenim mail hack diye bir şeyin olmadığını yeni başlayan kullanıcılara anlatmaktır. Bu bakımdan “ahmet’in mailini hackledim” tabiri yanlıştır.

Şahin Ataş tarafından email olarak gönderilmiştir.

Kürt kardeşime mektup!

Bana gelen bir emaili buraya ekliyorum.

***

Lanet olsun teröre! Ne diyelim, laflar da aşındı, sözler de törpülendi. Kelimeler de aciz kaldı. Başladığı nokta; “öp namlunun ucunu”ydu ve bugün ulaştığı yer; “yeniden öp namlunun ucunu…” oldu.Askere emir çıktı:Irak’a gir ve vur.

Ordu Gabar Dağı’nda verdiği 13 şehidinin ve 13 şehidi ile birlikte bir hafta içinde PKK kurşunuyla, bombasıyla, mayınıyla ölen 30 vatandaşının kanını yerde koymayacak. Sınırı geçecek, Kandil’e gidecek, Barzani’nin sarayı ve PKK liderlerinin gecelediği Süleymaniye’deki Fındık Aşti Oteli dahil gerekirse her yeri “vuracak-bitirecek.” Belki bu girişinde de, daha önceki 24 kez giriştiği sıcak takiplerde olduğu gibi başaramayacak, tam temizlik yapamadan geri dönecek.

Fakat durmayacak.

26’ncı kez girecek.

27’nci kez.

100’üncü kez girişinde bitiremezse, Türk Ordusu 1000’inci kez Kuzey Irak’a girecek ve vuracak. Bu noktaya geldi, söylenecek laf kalamadı. Çünkü her şehit verişte Türkiye’nin bütün halkı; “Şehitler ölmez. Vatan bölünmez” diye ayağa kalkıyor.

Türkiye bölünmek istemiyor.

Bir avuç!

Tek bir avuç!

Toprak vermek de istemiyor. Türkler kardeşleriyle çatışmaktan, vuruşmaktan, kanlı düşman olmaktan da yana değil.

***

Kürt kardeşlerimiz, “kendimi Kürt hissediyorum” diyen arkadaşlarımız; bizden küçüklerimiz, bizden büyüklerimiz, bizden akıllı ve bilgili olanlarımız; dostumuz, komşumuz, hemşehrimiz, köylümüz; kirvemiz, kız aldığımız-kız verdiğimiz, hısım olduğumuz, aynı Allah’a ve aynı peygambere inandığımız dindaşlarımız şunu bilesiniz: 13 Türk Ordusu askerinin (7’si Doğu Anadolu doğumlu) Gabar Dağı’nda yani kendi vatanının dağında şehit edilmesiyle sonuçlanan o pusu aslında size kurulmuştur.

Sizi koparmaya!

Sizi ayırmaya!

Sizi; “Avrupa’nın 28 ülkesi PKK’yı tanıyor. ABD destekliyor. Silahlandırıyor, C3 ve C4 patlayıcı veriyor; patlayan ve patlamayan, yakalanan ya da yakalanmayan yüzlerce kiloluk bombaları, sayısı 125 bine kadar çıkan meşhur Glock tabancayı, günümüzün en kahpe öldürücüsü olan mayınları, hava savunma silahlarını, PKK’nın sahip olduğu söylenen tankını, Kuzey Irak’a ABD yığıyor ve bu öldürücüler sınırı geçerek Türkiye’ye sevkediliyor. Gittikçe strateji artıran ve PKK’ya Türkiye toprakları içinde “alan hakimiyeti” kazandırmak isteyen bu destekle bölünme gerçekleşir, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Türkiye Cumhuriyeti’nden kopar, ABD kuklası Barzani ile büyük Kürdistan kurulur, Abdullah Öcalan İmralı Hapishanesi’nden çıkartılır, Diyarbakır eyaletine vali yapılır” umudunu taze tutmaya çalışarak sizi aldatıyor.

***

Kürt kardeşlerimiz.

Tuzağa düşüyorsunuz.

PKK’yı koruyorsunuz.

Çocuklarınıza söz geçirmiyor, bölücü terör örgütüne asker veriyorsunuz. PKK kanla besleniyor. Çocuklarınızın kanıyla… Seçip Meclis’e gönderdiğiniz DTP’li milletvekilleri, PKK’nın bu eylemlerini kınamıyor, PKK ile aynı dili konuşup, aynı tavrı yükseltiyorlar. Kuzey Irak’ta iş yapmakta olan ve çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu Anadolulu patronlara ait inşaat şirketlerinin şantiyelerinde PKK’lı militan liderleri yatırılıyor, ağırlanıyor, bakılıp besleniyor diye haberler bana bile geliyor.

Kürt kardeşlerimiz!
Gabar’da pusu kuruldu.
13 Mehmetçik şehit oldu.
Bu pusu size kuruldu.
Kuytu pusu!
Sinsi pusu!
Gaflete düşüren pusu!
Kardeşim!
Senin elinde.
Pusuyu yarabilirsin.

Necati Doğru

Sıcak para artık aşırı sıcak olmaya başladı

Çok soğuk bir kış günündesiniz. Artık titremekten yorulmuş bir haldesiniz. Isınmanız gerekiyor muhakkak. Ama nasıl? Sürekli hareket ederek ısınabilirsiniz mesela. Sürekli hareket etmek vücut ısınızı arttıracak ve üşümenizi engelleyecektir. Sürekli hareket ettikçe de ısınmaya devam edeceksiniz. Hatta belki terleyeceksiniz bile. Isınmanın bir yolu daha var. Kalorifer sistemi kurarsınız binanıza. Bunun için bir kazan alırsınız. Yakma işleri için de bir görevli tutarsınız. Maaşını da yüksek vermektesinizdir. O sizin için bu kazanı yakar ve size de hareket etme zahmetini göstermeden, sıcaklığın keyfini çıkarmak kalır. Görevli işini gayet iyi yapmaktadır. Sürekli sizi sıcak tutmak için kazana yakacak atmaktadır. Fakat bazı zamanlar kazana o kadar yakacak atmaktadır ki artık evinizde sıcaktan bunalmış bir hal alırsınız. Camları açıp içeriyi serinletirsiniz. Ama hiç görevliyi uyarmak aklınıza gelmez. Bir bakarsınız görevli sizden habersiz bir gün çekmiş gitmiş, işi bırakmıştır. Siz tabi eviniz sıcak olduğunu sanıp üstünüze ince giymişsinizdir. Bir sabah yatağınızdan kalktığınızda birden soğukluk bedeninize işler. Hasta olursunuz aniden, artık ısınmak için hareket etmeye bile takatiniz kalmamıştır. Görevli ortalarda yoktur ve sizi buz gibi bir evinizle baş başa bırakmıştır. Artık hastasınız, hareket edip ısınamazsınız bile…

Yukarıda anlattıklarım size ne ifade ediyor? Ortada çok soğuk bir kış günü varmış, birisi ısınmak için hareket etmek yerine kalorifer sistemi kurmuş ve buna bir de görevli tutmuş. Bu görevli ansızın işi bırakıp gitmiş. Türkiye’nin halinin de böyle olduğunun farkında mısınız peki?

Ülkemiz birçok krizler geçirdi. Krizlere karşı politikalar uyguladık. Şu an ekonomimizde her şey tos pembe gibi görünüyor. Türk Lirası dolar karşısında sürekli bir değer kazanmakta. Peki bu kurlar nasıl bu kadar düşük oluyor? Demek ki Türkiye ekonomisi çok iyi bir durumda ki dolar karşısında sürekli bir değer kazancımız oluyor. Öyle olduğunu mu sanıyorsunuz. Gelin ilk paragraftaki hikâyemizi Türkiye’ye uyarlayalım.
Okumaya devam et

Tasarruflarımız yavaş yavaş yabancıların kontrolüne geçiyor

Bir ülkenin enflasyonunun ayarlanması, para politikasının uygulanması ve denetlenmesi Merkez Bankasının görevidir. Merkez Bankası bu politikasını bankalarla birlikte yürütmektedir. Bankalar; tasarruf sahipleri ile kredi almak, yatırım yapmak isteyen girişimciler arasında aracılık yapan kuruluşlardır. Bankalar olmasaydı bizim tasarruflarımız yastığımızın altında kalır ve girişimcilere ulaşamazdı. Girişimciler finansman sağlayamadıkları için herhangi bir yatırımda bulunamazlardı. Bir ülkede yeni bir yatırımın olmaması demek o ülkenin büyüyememesi demektir aynı zamanda. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğu zaman bankaların bir ülke ekonomisi için ne denli önemli oldukları gayet iyi anlaşılmaktadır.

Fakat günümüzde tamamı Türk sermayeli banka neredeyse bulunmamaktadır. Yabancı sermayeli bankaların oranı %70’lere varmaktadır. Bir ülke için ne denli önemli olan bankaların yabancılar tarafından kontrol edilmesi, satın alınması demek o ülke için ciddi tehlike demektir. Bankalar piyasalara tasarrufçulardan aldığı paraları pompalamadıkları zaman ne olur? Ülkede üretim yavaşlar hatta durma noktasına gelir.

Avrupa Birliği ülkelerinde; Almanya’da yabancı sermaye payı yüzde 5, İtalya’da yüzde 8, İspanya’da yüzde 10, Hollanda’da yüzde 11, Danimarka’da yüzde 17, Avusturya, Fransa ve Yunanistan’da yüzde 19′ dur. Avrupa Birliğine üye ülkelerde bankalardaki yabancı payları bu seviyelerdeyken bizde %50lerde bir seviyelerdedir. IMF’nin işbirliği yaptığı diğer ülkelerde de yabancı payları %40 gibi seviyelerden %100 seviyelerine ulaşmaktadır.Peki bizim yabancı ülkelerde payımız var mı? Ne yazık ki şubemiz bile yok.

Okumaya devam et

Ceyhun Yılmaz – Şiir

Ben de aldım yerimi eskilerinin arasında,
Belki mevsimi gelir yine seversin beni…
Belki yerim hep kışlıkların arası,
Güneşi gördükçe unutursun beni…
Birgün ihtiyacın olur mu diye
Isıtmak üzere üşümeden beklerim seni
Belki mevsimi gelir yine seversin beni…
Yada birgün gördüğünde
Naftalinden kimse hatırlamaz gözlerimi

Yok mu ayrılıkların çaresi?
Amaçsız bir örümcek,
Önünü ördü yalnızlığımın.
Dokunup bozsam günah mı?
Peki sensizliğimin sevabı kime?!
Bu göz yaşlarımla girecekse cennete birileri
Ben hıçkırıklarımı helal ettim bile…

Şerefsizlerin KAN parası

15 genç. Eskiden yaşları benden büyük olurdu, şehit edilenler genç değil de, vatan için ölmeyi göze almış baba yaşında kocaman kocaman ADAM’lar gibi gelirdi. Adamlıklarında değişen birşey yok ama yaş 18,19,20. Artık benden de gençler. Ama onların kendileri de, kanları da en adamından daha aziz ve daha şerefli!

Bi de onları pusuya düşüren ŞEREFSİZLER, kanı bozuklar. Dağlarda yılan gibi yuva yapmış sinsi sinsi dolaşan çiyanlar. Mübarek ramazan günü ocaklara ateş düşüren, ramazan bayramımızı kana bulayan ŞEREFSİZLER. Ankara’da ve diğer metropollerde yaşayan PKK yandaşı şerefsizlerin açtığı websitelerinde, şehit diye anılan it sürüleri!

Silahı tutanlar bunlar olsa da, bunlara silah tutturanlar, işte onlar. Diyelim, Türkiye’de elinizde güç var, çıkıp demokrasi ve sosyal adaleti göz önünde bulunduracak insanlara verirseniz bu güç neye dönüşür? Adil bir sistem, haklı bir yapı kurulur, insan gibi yaşamayı hedefleyen bir toplum olur. Tutup Aladdin Çakıcı’ya veya onun kalemi insanlara verirseniz ne olur? O zaman da gaspın, haracın önünü açarsınız, mafyanın tohumunu atarsınız her tarafa. Şu anda Talabani olsun, Barzani olsun bu itlerin eline gücü veren kim? Amerika. Amerika bunların ne olduğunu bilmiyor mu? Sizin bizim bilemediğimizin en ince detayına kadar biliyor. Neden veriyor? Denge ve kontrol politikası. İran’ın, Türkiye’nin, Suriye’nin hele bi de Irak’ın ittifak ettiğini düşünsenize. Amerika’nın hali nice olur? İran, Amerika petrolünün % bilmen kaçını sağlıyor, Irak Dünyanın petrolünün bilmem kaçını sağlıyor. Büyük oyunlar, hain tuzaklar… Maalesef sinirlerime hakim olamıyorum, onun için burada bırakıp youtube’dan bir vidyo ekliyorum.

PKK CATISMA HELIKOPTERDEN CEKİLMİŞ PKK LEŞLERİ

Merkez Bankasının Faiz Politikası

Merkez bankasının ve hükümetin faiz politikasının yanlış olduğunu birkaç kez dile getirmeye çalıştım. Türkiye’nin sıcak para afyonuyla bayıltılan ev sahibi gibi olduğu, bu baygınlığı esnasında evden devamlı değerli eşyaların (özelleştirme) satıldığını ifade etmeye çalıştım. Merkez bankası faizi indirdi ama %0,50 indirdi. %1 bile değil. Faizleri birden indirip sıcak parayı ülkeden kaçırmak istemiyorlar ama bu faizlerle alınan sıcak para da gerçekten ateş gibi çok hızlı çevirip işini bitirip geri iade edilmediği müddetçe her tarafımızı yakıp tüketiyor. Merkez bankasının faiz indirimiyle ilgili piyasadan gelen sesler şu şekilde:

Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Oğuz Satıcı:

Merkez Bankası’nın faiz indirimini yetersiz bulurken, “Merkez Bankası, yüksek faiz politikası ve sıcak para ile Türkiye’yi sarhoş etmeye, afyonlamaya devam ediyor. Merkez Bankası akıl tutulması içinde” diyerek tepkisini gösterdi. Satıcı, “Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz ve Para Politikası Kurulu üyeleri bu indirimle, sıcak para ve faiz piyasalarına selam verip onlara bu politikaya sürdüreceğinin mesajını iletti. Onlara ‘gel gel’ yapıyor” dedi.

İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri Başkanı Süleyman Orakçıoğlu

Kararı, “Merkez Bankası, ‘faize devam, sıcak paraya selam’ mesajı verdi” sözleriyle değerlendirdi. Orakçıoğlu, şöyle devam etti: “Merkez Bankası ya enflasyonla ilgili koyduğu hedefe inanmıyor ya da şu anda hükümetin ekonomide sağladığı başarı ve mali istikrarına inanmıyor. Ya enflasyon hedefi ya faiz yanlış; ikisinden biri yanlış. Merkez Bankası’nın bu kadar temkinli olmasını para piyasalarındaki temsilciler bile anlayabilmiş değil. Tarihi fırsatı kaçırdık. Zaten faiz indirimi için geç kalınmıştı ama dün telafi edilebilirdi. O fırsat da kaçtı.”

Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir

“Ekonomiyi nasıl bir çıkmaza sürüklediğinin farkında olmayan Kurul, bu kararıyla hatalı para politikasında ısrar ederken kendi değerlendirmeleriyle de çelişkiye düşmüştür. Bir yandan enflasyon hedefinin altına inme riskinden söz edeceksiniz, diğer yandan da yüksek faiz politikasında ısrar edeceksiniz. Bunu iktisadi mantıkla açıklamak güçtür. Bu karar sayesinde Merkez Bankası’nın miyopluğu tescil edilmiştir.”

Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün,

“Açıkçası Merkez Bankasının 0,50 puandan daha fazla bir faiz indirimine gitmesini bekliyorduk. Ancak indirimin bu noktada kalması ekonomik görünüm açısından bir algı yanılgısı içerisinde olabileceğimizi, yani her şeyin sanıldığı kadar yolunda gitmiyor olabileceğini akıllara getiriyor. Ben bundan, Merkez Bankası’nın daha fazla faiz indirmek için hükümetin, ekonomide daha sağlam adımlar atması ve faiz indirimini kolaylaştıracak makro ekonomik ortamı hazırlamasını beklediğini anlıyorum.”

Ege Bölgesi Sanayi Odası (EBSO) Başkanı Tamer Taşkın

Yapılan indirimi yeterli bulmadıklarını belirten Taşkın, “Merkez Bankası’na da saygı duyuyoruz. Ellerini zorlayan bugün için tezkere, terör gibi konular var. Onların faiz indirimini engelliyor. Bu indirim yeterli değil. Ama biz şunu arzu ediyoruz. Gerilimli günlerde bu faiz indirimi denk geldi. Ama belli sürelerle ortadaki gerginliklerin netleşmesi, kalkması, ileriyi daha net görebildiğimiz zaman indirimde süreklilik bekliyoruz. Bir kere şoku başaramadık bari devamı gelsin. Enflasyonu nasıl düşürüyorsak, diğer kriterlerde nasıl dünya standartlarına getiriyorsak, faizlerde de yılbaşına kadar sürekli indirimler yaparak, dünya standartlarına getirmeliyiz” diye konuştu.

İzmir Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı Ekrem Demirtaş

“Olumlu ama geç kalmış bir karar. Aylardır, yıllardır söylüyoruz. Sesimiz Merkez Bankası’na yeni ulaştı. Bu indirimi üretim ve ihracatla kalkınması gereken bir Türkiye için üreten bütün kesimlere verilmiş bir selam olarak değerlendiriyoruz. Dileğimiz, Merkez Bankası’nın üretimi görüp, selam vermeye devam etmesidir. İndirimler mutlaka devam etmeli.Gerçi beklediğimiz daha büyük oranlı bir indirimdi.”

Gaziantep Sanayi Odası (GSO) Yönetim Kurulu Başkanı Nejat Koçer

“Merkez Bankası, bankacılık sektörü de dahil olmak üzere sanayici ve ihracatçılarla birlikte toplumun tüm kesimlerinden gelen talebi maalesef yine görememiştir. Herkesin beklentisi zaten indirimin mutlaka yapılması gerektiği yönündeydi. Ancak, yüzde 0,50’lik bir indirim iş dünyası için beklenen oran olmamıştır. Türk insanı yüksek faizle, düşük enflasyonla ve 6 yıl öncekinin döviz kuruyla kaderine terk edilmiştir, sahipsiz bırakılmıştır. Kura karışmam, faizi indirmem diyen Merkez Bankası’nın kimin Merkez Bankası olduğunu doğrusu çok merak ediyoruz.”

Konya Ticaret Odası Başkanı Hüseyin Üzülmez

Beklentilerin faizlerin 3 puan indirilmesi yönünde olduğunu ifade eden Üzülmez, “Merkez Bankasının biraz daha cesaretli olması gerekiyor. Merkez Bankası bu konuda çok ihtiyatlı hareket gediyor. Umarım bu indirim bir başlangıç olur ve faizler makul seviyelere çekilir. Faizlerin normalde enflasyonun 2-3 puan üzerinde olması gerekiyor. Ancak bizde halen çok yüksek. Biraz daha cesaret gerekiyor.” dedi.

Türkiye Genç İş Adamları Konfederasyonu Başkanı Hazim Sesli

“Faiz kararı, başta ihracatçılar olmak üzere tüm sanayicilerin beklentilerinden uzak kaldı. İndirimin, piyasalara pek bir yansıması olmayacağını düşünüyoruz. Enflasyon ve faiz arasındaki marj çok açılmıştır. Bu açığın nasıl kapatılacağını sabırsızlıkla beklemekteyiz. Halen dünyanın sıcak paraya en fazla faiz veren ülkesi olan Türkiye, ekonomiyi sırtında taşıyan tüm sektörleri düşük kur ve yüksek faiz açmazından kurtarabilir. Geç kalınmış değil. Merkez Bankasının kademeli faiz indirimine paralel bir şekilde girdi maliyetlerimizde de azaltılma yapılmalıdır.”

Çok değerli Avrupalı dostlarımız!

Türkiye, Fransa’da yakalanıp tutuklanan PKK’nın Avrupa’daki ikinci kasası olarak bilinen “Çukurcalı Behzad” kod adlı Nedim Seven’in iadesini istedi. Türkiye’nin bu talebini dikkate almayan Fransa, Seven’in Kuzey Irak’a kaçmasına göz yumdu. Seven’in Bağdat’a iletilen iade talebine de olumlu yanıt gelmedi.

PKK’nın Avrupa’daki finans kaynaklarını yönetmede bir numaralı isim olan Rıza Altun da, geçen temmuzda Avusturya tarafından Erbil’e gönderilmişti.

Irak Kürdistan Bölgesel Başkanı Mesud Barzani, Türkiye’nin her iki isimle ilgili iade talebinde bulunması üzerine, kendi bölgesindeki PKK’lıları Türkiye’ye iade etme gibi bir düşüncesinin olmadığını, Bağdat merkezi yönetiminin Ankara ile yaptığı anlaşmaların kendisini bağlamayacağını söylemişti.

Ermeni Yasatasarısı ahlaksızlığında son nokta

Haberlerden okuyup gündemi takip edince, şu anda amerikada takınılan tavrın insanın kanına dokunmaması mümkün değil. Demokrat diye geçinen kanı bozuklar, ermenilere yakın olmak ve onların lobisinden uzun müddet aldıkları paraların karşlığını ödemek için yasa tasarısını oyladılar ve 27-21 geçirmeye başardılar. Meclis başkanı konumunda olan Nancy Pelosi bu yasa tasarısının başını çekenlerden. Olayların bu şekilde gelişmesi, Bush ve onun partisi olan Cumhuriyetçileri, Türkiye’nin Irak’a gönderilen kargonun %70’i için kullanılmasından dolayı çok endişelendiriyor. Bu arada Türkiye’nin Irak savaşında bu kadar önemli bir rol aldığını bu haberler çıkınca öğrendik. Irak’a gönderilen, cip askeri mühimmat ve neredeyse bütün herşeyin toplamda %70 ya İncirlik kullanılarak yada Türkiye’nin hava sahası kullanılarak Irak’a ulaştırılıyor. İş böyle olunca Bush ve yanındakiler Türkiye’nin bu stratejik durumundan dolayı, Ermeni soykırımı diye birşey yoktur demek yerine, çok acı olaylar yaşanmış çok büyük miktarda Ermeni öldürülmüştür ama bu kararın meclisten geçirilmesinin hiç zamanı değildi diye karşı çıkıyorlar.

Bugün temsilciler (milletvekili) meclisi başkanı Nancy Pelosi, insanın bütün kanını tepesine çıkartan bir açıklama yaptı:

“The Turkish government will not act against the United States because that would be against their own interests,” he told CNN. “I’m convinced of this.”

“Türkiye hükümeti Amerika birleşik devletlerine karşı hareket e t m e y e c e k t i r çünkü bu kendilerinin aleyhinde olur” ve ekliyor “Bundan eminim.”

Şu karaktersizliğe ve basitliğe bakar mısınız! Bu insanlar yakında yapılacak seçimde büyük bir oy almayı ve ABD’nin başına geçmeyi planlıyorlar.

Bunun yanında dünkü Hürriyet yada Milliyet gazetelerinden birisinde, Tom Lantos isimli bir senatörün ismi geçiyordu. Sözde onun seçim bölgesindeki türkler 3000$ toplayıp seçim kampanyasına yardım etmişler. Böyle bir karara destek vermesine çok şaşırıyorlarmış. Amerika’da yaşayan türk arkadaşlar, ŞAKA MI YAPIYORSUNUZ? 3000$ nedir arkadaş! Hepimiz bu adamların aldıkları paranın yanında 3000$ çerez parası gibi bişey olduğunu biliyoruz. Ermeni iş adamları sırf lobi faaliyetleri için 100,000$ hatta milyon dolara yakın paralar harcıyor. ABD böyle bir yer, Washingtonda senatörlere para yedireceksiniz. Seçim zamanı geldiği zaman, seçim kampanyalarına destek vereceksiniz. Aaaa ne ayıp olur mu böyle birşey diye yok, adamlar kendi ağızlarıyla ABD’nin politikaları para gruplarının ve lobicilerin insiyatifinde ilerliyor diye radyo programlarında sesli olarak dillendiriyorlar. Bush, seçimden sonra en çok destek aldığı Texas’a ve orada bulunan büyük para babalarına destek çıktı diye Türkiye’de çok eleştirildi. Ahlaki kıstaslarla değerlendirdiğiniz zaman uygun bir durum değil ama bu adamların düzeni bu şekilde kurulmuş. Seçim kampanyaları için 10 larca milyon dolar harcıyorlar, bunların bir kısmı devletten kalanın büyük bir kısmı, seçimde kazanması halinde karşılığını ödemek için söz verdikleri büyük para babaları tarafından destekleniyor. Bir gece düzenliyorlar, 3 milyon dolar, 4 milyon dolar para topluyorlar. O parayı verenler bunun karşılığını almaz mı? Tabiki alıyor.

Sen şimdi bu oyunun kuralını bilmeyeceksin, 10larca yıl Ermeni yasa tasarısıyla ilgili hiçbir lobi faaliyeti yapmayıp, Amerikalıların samimi (!!) duygularına güveneceksin sonra karşına dikilip tokat gibi bu yasa tasarısını geçirdiklerinde kızacaksın, rest çekeceksin. Türkiye lobi faaliyetleri için 300,000$ para harcıyormuş. Şimdi şöyle düşünün; dininiz, imanınız para, mal mülk. Karşınıza bir tanesi geliyor, ben sana 2 milyon dolar veririm ama senden şunu yapmanı rica ediyorum diyor. Sonra başka birisi geliyor, ben sana 300,000$ veriyim 2 milyon dolar veren adamın teklif ettiği işi yapma. Hmmmmmm, yapma yaw! demez mi bu adam?! Türkiye’nin Amerikada yaptığı bu maalesef, Türkiye içinde hortumcular, sahtekarlar her türlü saçmalık için paraları savururken, Türkiye’nin dünya politikalarında, en önemli kürsülerde söz hakkı sahip olması, güç kazanması için 1 milyon dolar çok gözüküyor. Dünkü pislik Ermenistan bugün karşımıza çıkıp bizi sarsıyor, tokatlıyor. Neden? Adamlar 50 yıldır, 60 yıldır devamlı bu işe para akıtıyor. Türkiye aleyhinde çıkan tasarıya bakarsanız, Amerika meclisinde ta 1920 lerden itibaren devamlı Ermeni konusunu gündeme getiriyorlarmış. Türkiye’nin Ermeni lobisine karşı birşeyler söylemesi 1960 lara dayanıyor. O da devlet kanalıyla değil, Chicagoda yaşayan bazı türk girişimcilerin kendi çabalarıyla oluyor.

Umarım aklımızı başımıza toplarız ve aptal delikanlı havalarını bırakıp, oyunları kurallarıyla ve akılcı oynamaya başlarız.

Ermeni Yasatasarısı ve MSNBC Anketi

Amerikan senatosunun dış işleri komisyonundan geçirilen Ermeni soykırımı yalanlarıyla ilgili yazmak istediğim birçok şey bulunuyor ama bu yazıda detaya girmek istemiyorum. MSNBC Amerika’nın Ermeni soykırımı tanıması hakkında ne düşünüyorsunuz diye açtığı bir anket bulunuyor.

http://www.msnbc.msn.com/id/21253084/

Should the United States formally recognize the World War I-era killing of Armenians as genocide?
(Amerika Birleşik Devtleri 1. Dünya savaşında öldürülen ermenileri, resmi olarak katliam olarak tanımalı mı?)

Yes. Many scholars agree that the Ottoman Turks systematically killed up to 1.5 million Armenians. Other countries have recognized this as genocide. The U.S. should do the same.
(Evet. Çoğu bilgin, Osmanlı Türklerinin 1.5 milyon ermeniyi sistematik olarak öldürdüğünü düşünüyor. Bunu soykırım olarak kabul eden başka ülkeler de var, ABD’de aynısını yapmalıdır.)

(Bunu seçmelisiniz) No. Historians continue to debate whether the deaths were genocide. Besides, Turkey is too important an ally to alienate when the U.S. has troops in the Middle East.
(Hayır. Tarihçiler, bu ölümlerin soykırım olup olmadığıyla ilgili tartışmaya devam etmeliler. Bundan da önemlisi, Türkiye ABD’nin Ortadoğudaki askeri varlığı için çok öneme haiz bir müttefiği.)

I’m not sure.
(Kararsız).

Paranızı yastık altında tutmayın bankaya yatırın…

Günümüzde herkes para biriktirmek ister. 100 liramız varsa bunun 90 lirasını harcar, kalan 10 lirasını saklayıp kötü gün için biriktiririz. Peki o biriktirdiğimiz paralarımızı nerede tutarız? Evimizin en gizli yerinde, dolabın içinde ya da evimize aldığımız bir kasanın içinde değil mi? Peki buralarda saklanan paraların ekonomimiz için katkısı nedir? Gizli kapaklı yerlerde biriktirilen bu paraların enflasyonu arttırdığını biliyor musunuz peki?

Paramızı ekonomik ifadeyle yastık altında tutarsak şu sorunlarla karşılaşırız; işsiz vatandaşlar işsiz kalmaya devam eder, enflasyon artar, ülkemiz büyüme anlamında yerinde sayar, paranız durduğu yerde değerini kaybeder ve daha birçok olumsuzluk meydana gelir.

Şu senaryoyu kafanızda canlandırın. Paramızı bankaya yatırmadık ve evimizde kasamızın içine koyduk. Bankalar mevcut nakit paralarını girişimcilere kredi olarak dağıtmaktadır. Bir süre sonra piyasada para miktarını az olması nedeniyle kredi talepleri geri çevrilmeye başlanır. Çünkü dağıtabilecekleri nakit artık sınırlıdır. Kimse parasını bankalara yatırmıyor ve bu da bankalarda nakit sıkıntısına neden oluyor. Bankalar karlarını buna rağmen yüksek tutmak için bu sefer kredi faizlerini arttırma yolunu izlemektedir. Nakit sıkıntısı var ve girişimciler kredi talep ediyor. Girişimci kredi talebinde bulunuyor ve banka girişimciye nakit sıkıntısının olduğunu %3 faizle değil de %5 faizle kredi vermeyi teklif ediyor. Girişimci de faizi yüksek buluyor. Uygun kredi bulamadığı için de yatırım projesinden vazgeçiyor. Sonuç olarak ne oldu? Tasarrufumuzu bankaya değil de kasamıza koyduk. Piyasada nakit sıkıntısı meydana geldi. Girişimciler yatırım yapmak için kredi bulamadı ve projesinden vazgeçti. Projesinden vazgeçmiş bize ne..â€? diyebilirsiniz. Ama bu projenin iptal olması istihdamdaki büyümenin önünü tıkamış oldu. Yeni iş imkânları doğabilirdi ama nakit sıkıntısı yüzünden bu gerçekleşmedi. İşsiz olan vatandaşlarımız işsiz kalmaya, ülkemiz de büyüme konusunda yerinde saymaya devam etti.

Tersini düşünürsek ne olacaktı? Tasarrufumuzu bankaya yatırdık. Bankalarda nakit sıkıntısı yok. Hatta fazla miktarda nakdin bulunması nedeniyle faiz oranları aşağı çekildi. Girişimci istediği krediyi gayet rahat bir şekilde buldu ve yeni bir istihdam hacmi yarattı. İşsiz kalan bir çok insan bu iş yerinde iş buldu. Evine sıcak yemek götürmeye başladılar. Ülkemiz daha çok üretim gerçekleştirmeye başladı. Üretilen malların ihtiyacımızdan fazlası yurt dışına ihraç edildi ve ülkemize döviz girdisi oldu.. ve bunun gibi bir birini izleyen güzel şeyler zinciri…

Paramızı evlerimizde, kasalarımızda, piyasa haricinde bir yerlerde saklamamız enflasyonu arttırıcı etki yapar. O da şu şekilde geçekleşir. Merkez Bankası piyasadaki nakit paranın hesabını kuruşu kuruşuna bilmektedir. Bu miktarın dengesini tutturmakla yükümlüdür Merkez Bankası. Bu dengenin tutturulması da istikrara yol açar ve enflasyonla mücadele çok daha kolay olur. Fakat nakit paralar piyasada sürekli bir döngü halinde değilse, sabit bir şekilde bir yerlerde öylece tutulursa kimse karlı çıkmaz hatta piyasalarda duraklama olur. Çünkü ortada bir nakit sıkıntısı bulunmaktadır. Merkez Bankası da bu durgunluğu gidermek, likitideyi arttırmak için emisyon yolunu izler. Yani para basarak piyasalara nakit para sağlar ve hareketlilik getirir. Peki piyasalar hareketli iyi güzel ama yastık altında bulunan paralar bir süre sonra piyasalara geri döndüğünde ne olacak? İşte o zaman nakit paranın bolluğu yaşanacak ve bu da enflasyonu arttıracak.

İşin özeti şu.. Tasarruflarımızı yastık altında değil de bankalara yatırırsak bu paralar girişimcilere kredi olarak dağıtılacaktır. Girişimciler de bu paralarla yeni yatırımlar gerçekleştirip yeni istihdam yaratacaktır. Bu da ülkemizin büyümesine yol açacaktır. Kafanıza ilk takılan şey sanırım batan bankalardır. Ama ülkemizde TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) denen bir kurumun olduğunu da unutmayın. Yani bir bankanın paranızı karşılayamaz duruma gelmesi halinde bu kurum paranızı geri ödemekle yükümlüdür. Siz farketmeseniz de yatırdığınız her paranın bir kısmı bu kuruma sigorta primi olarak ödenmektedir.

Merkez Bankasını zahmete sokmayalım değil mi şimdi para bastırarak. En iyisi biz tasarruflarımızı bankalara yatıralım ve hem biz kazanalım, hem bankalar kazansın, hem girişimciler kazansın, hem de ülkemiz kazansın ve kalkınsın. Böyle olmasını kim istemez ki. İstemeyen mi var yoksa?

Girişimci aranıyor…

Mehmet arkadaşımın yazmış olduğu yazıya cevaben…

Mehmet arkadaşım üretimin olmadığından yakınmış yazısında, bu konuda tabi ki çok haklı. Ülkemizde yeteri kadar üretim yapılmamaktadır. Bunu da zaten dış ticaret açığından anlayabiliyoruz. Nedir bu dış ticaret açığı? Dış ticaret açığı, bir ülkenin yapmış olduğu ithalat miktarının yani dış ülkelerden almış olduğu malların, yapmış olduğu ihracat miktarından yani dış ülkelere satmış olduğu malların miktarından fazla olmasıdır. Bunun tersi duruma ise dış ticaret fazlası denilmektedir.

Üretim, doğada ücretsiz olarak bulunan herhangi bir şeyin herhangi bir şekilde işlenip iktisadi bir mal haline getirilmesine denir. Üretimin meydana gelmesi için bir takım etkenlerin birleşmesi gerekiyor. Bunlar; doğal kaynaklar, sermaye, işgücü, makine ve teçhizattır. Tabi ki de en önemli unsur girişimcidir.

Şimdi ülkemizde bu etkenlerden hangilerinin olup olmadığını kendimizce bir düşünelim.
Doğal Kaynak
Ülkemiz yer altı ve yer üstü zenginliği açısından oldukça zengindir. Hemen hemen her türlü üretimin yapılmasına olanak sağlayacak topraklarımız ve madenlerimiz mevcuttur.
Sermaye
Bankaların çarşaf çarşaf reklam yapıp, gelin kredinizi bizden alınâ€? sözlerine bakarak sanırım sermaye oluşturmanın hiç de zor olmadığını söyleyebiliriz.
İşgücü
Ülkemizde milyonlarca işsiz bulurken işgücünün bu etkenler arasında en kolay bulunanı diyebiliriz.
Makine ve teçhizat
Her türlü üretimi gerçekleştirmek için yeterli seviyede sanayi gelişmişliğimiz ve teknolojimiz ülke sınırlarımız içersinde mevcut.Eğer daha yüksek bir teknoloji istersek de ithal ederek bu isteğimizi gerçekleştirebiliriz.

Ve gelelim girişimcimize…
İşte ülkemizin en büyük sıkıntısı burada patlak veriyor. Yukarıdaki maddeleri nasıl bulacağımızı özet olarak anlattık. Ama girişimciyi nereden bulabiliriz gibi bir soruya vereceğimiz cevap yok. Çünkü girişimci; sizsiniz ya da biziz. Diğer tüm etkenleri bir araya getirip bir üretim mekanizması oluşturan, kar etme amacıyla yola çıkan, bu yolda zarar etme riskini göze alan kişilere girişimci denir. Ülkemizdeki en kıt üretim etkeni girişimcidir.

Bir şarkı vardı eskilerde bilir misiniz? İktisat derslerimizde bu sözü kullanırız arada sırada. Sözler şöyleydi;
-Bakkal amca, bakkal amca
-Ne var?
-Unun var mı?
-Var var
-Şekerin var mı?
-Var var
-Ne duruyorsun?
-Ne yapayım?
-Helva yapsana, helva yapsana…
Şarkı sözleri bunlardı. İşte bu noktada şu sıkıntımız var. Helva yapmak yani üretimi gerçekleştirmek için her şeyimiz var ama helva yapan yok. Helva yapacak birini bulamadıktan sonra un ve şeker o halleriyle kalır. Ama bir girişimci bu etkenleri bir araya getirip mal ortaya koyarsa üretim yapmış olur.

Girişimci az önce belirttiğimiz gibi, kar etme amacıyla yola çıkıp, bu yolda zarar etme riskini göze almış kişilere denir. Kar etme olasılığımız, zarar etme riskimizden yüksek ise o piyasada girişimci sayısı artar. Bankaların vadeli mevduat faiz oranlarının, yatırımların kar oranından düşük olması da girişimci sayısında artışa neden olur. Ülkemizin Merkez Bankası yıllık %18’lik bir faiz oranı vermektedir. Bu diğer ülkelere oranla çok çok yüksek bir faiz oranı sayılmaktadır. Merkez Bankasının faiz oranını bu kadar yüksek tutmasının nedenine kısaca değinmek gerekirse; döviz kurlarını düşük tutup, Türk lirasının değerini yükseltmek olarak cevaplayabiliriz. Girişimciler paralarını üretime yatırmak yerine, faize yatırarak riske girmeden para kazanmayı seçmektedirler. Riske girerek üretime geçmek için yatırım yapıp belki çok daha fazla bir getiri sağlayabilirler ama bu yatırımda ciddi bir zarar olması söz konusudur.

Ülkemizde güvensizlik büyük bir rol oynamaktadır. Bu güvensizlik özellikle Türk yatırımcılarda mevcuttur. Ülkemizde neden yabancı yatırımcı çoktur? Çünkü yabancı yatırımcılar ülkemizde Türk yatırımcıların göremediği bazı noktaları daha iyi görmektedirler ve riske girmekten kaçınmamaktadırlar. Türk yatırımcı bir yatırım yapmak istediği zaman piyasalara bakar, piyasalar dalgalı bir seyir izliyorsa İstikrarı beklemek en iyisiâ€? der. Fakat piyasalar istikrar kazandığı zaman ise Biraz daha beklemekte fayda var. Ne olacağı belli olmaz bu istikrarınâ€? derler. Yani her iki türlü de bir ürkeklik söz konusudur. Hâlbuki girişimci olmak için en öncelikli kural riski göze almaktır. Ülkemizde bu riski göze alıp yatırıma geçen girişimci sayısı çok azdır. Kaldı ki bu kadar işsiz varken işgücü yoğun bir politika izleyerek maliyetleri düşük tutmak mümkündür. Özellikle devletimiz de girişimcileri teşvik için özel tekliflerde bulunmaktadır. Örneğin girişimci olduğunuzu kanıtlayıp projenizi öne sürdüğünüz zaman devlet size uygun bir arsa tahsis ederek, o arsadan da uzun yıllar karşılık almamaktadır.Vergilerden de belli oranlarda muaf tutmaktadır. İşte bu noktada korkan Türk yatırımcıların yerini riski göze alan yabancı yatırımcılar almaktadır.

Devlete düşen görev, girişimcileri teşvik etmeye devam etmek. Girişimcilere düşen görev ise, riski göze alıp üretim faaliyetine geçmek. Devletimiz artık o kadar kolaylık sağlamaktadır ki girişimcilere. Yeter ki kafanızda bir iş projesi olsun ve uygun kurumlara Ben girişimciyim ve şu şu projemi hayata geçirmek istiyorumâ€? diyin. Geri kalan her adımda devlet sizin elinizden tutacaktır.

Gidebilmek Cesaret İster..

affetmek11.jpgDışarıda yağmur yağıyor, aralanmış camdan dışarı bakarak ağlıyor..Yüzüne vuran yağmur damlaları ile gözyaşları karışmış akıyor yanaklarından. Yağmurum sesi daha da hüzünlendiriyor, ağrılığı terk edilmişliği, o anki çaresizliğini yüzüne vuruyor. Buğulanan cama adını yazıp, aramaz bir daha inatçıdır diyor. Bu sefer bende aramayacağım, söz veriyor kendine..
Bir tek sen değilsinki bu acıyı yaşayan, ne ilk nede son belkide.. Mutlaka çıkarılacak dersler var “Ben nerde yanlış yaptım, seviyorsundur sandım..olmadı” diye söylüyor şarkısını. Birkere arasada öfkemi kussam, haksızlığını, artık benimde onu istemediğimi söylesem. Gidebilsem..
Gidebilmek cesaret ister.
Gitmek gerekir bazen bir insanın acıma duygusunu hissettirmemek için. Haketmediği sevgiyi göstererek, kendine haksızlık etmemek için. Gözünü kör eden aşktan kurtulmak gerekir, gözlerini iyi açman gerekir ondaki aşkın bittiğini, artık istenmediğini görmek için. Belli eder zaten umursamaz tavırları, özlemeyişi, buluşmaların seyrekleşmesi, kendini işine gücüne verip yoğunum vaktim yok demesinden. İllaki açık açık söylemesimi gerekir.
Sen hala seviyormusun? ne önemi varki! O başka sevdaların peşine düşmüştür çoktan, belkide senin hissettiklerini başkaları için yaşıyor şuan.
Üzülür aslında, kendince sudan sebepleriyle seni öylece bıraktığına. Vicdanı sızlar ama ne yapabilirki, bitmiştir zorla olmaz olamaz. Arkadaş kalalım der, ama bir taraf hala aşıksa arkadaş kalınamaz. O vicdanını rahatlatır ama sen aldırmamalısın bunlara.
Gitmelisin.. gemileri yakarak…
Madem bitti, artık benimde işim olmaz o yürekte. Acının en acısını yaşarsın. her sabah uyandığında aklına ilk gelen terk edilmişliğindir, yani O’dur. İlk zamanlar telefonunu kontrol edersin sıksık, olurya belki bir çağrı, belki bir mesaj. Her gelen mesaj da ondan mı diye sevinçle açarsın ama nafile..
Sezen’in şarkısındaki gibi ” sanırsın mümkün değil birdaha bu kadar üzülmen”
Dibine vurdunmu acının yukarı çıkma vakti gelmiştir artık. Unutma en karanlık vakit şafak öncesidir. Olgunlaştırır ayrılıklar, acılar, yalnızlıklar insanı. Öfken geçtiyse, nötrsen ona karşı başarmışsındır gidebilmeyi.
Gidebilmek cesaret ister..

Sevgiler..
Seda

Türkiye ekonomisi,felaket kapımızda

Gazetelerde ve medyada olur olmaz o kadar çok şey için felaket senaryosu yapıldı ki, artık ‘felaket’ kelimesinin ifade ettiği gerçek mana ve üstümüzde oluşturması gereken etki yerini bulmuyor. Manasını algılayabiliriz, algılayamayız durum ayrı ama Türkiye için ekonomik bir felaket kapıda. Bunu 1 yıldır söyleyip duruyorum, kendimi de felaket tellalı gibi hissetmeye başladım ama insan gördüğünü başkalarının da gördüğünü görünce dayanamıyor ve söylemeye başlıyor. Nedir beni böyle felaket felaket diye yazdıran. Olayın tek açıklaması, Ü R E T M İ Y O R U Z. Yapılmışı var onu alalım, olmuşu var onu alalım. Bütün bir millet bu zihniyette olursa, herşey tüketime endekselenirse, enflasyon bi düşse hemen bişeyler alsak hesabına girerse, felaket kapıda değildir de nerededir Allah aşkına? Vatan gazetesi Yiğit Bulut bugünkü köşesinde duygularıma çok güzel tercüman olmuş. Türkiyedeyken tvlerde devamlı İstinye’de açılan devasa alışveriş merkezinden bahsediliyordu. Eeee? Bütün dünya markaları ordaymış, başka hiçbiryerde bulamayacağınız dünya markaları geliyormuş. Yahu arkadaş, dünya markaları dedin malı uzaylılar mı üretiyor? Dünya’nın öbür tarafındaki senin gibi 2 eli 2 ayağı olan başka bir insanoğlu üretiyor. Onun ürettiğini satın alarak ne yapıyorsun, ‘arkadaş sağol teşekkür ederim, al sana şu kadar para ben de daha çok para var’ diyorsun. Çünkü o adam senin ürettiklerini satın almıyor. Devamlı sen ondan satın alıyorsun. Yiğit Bulut da bu noktayı çok güzel değerlendirmiş. Bakınız:

Sevgili dostlar, bir ülkede; dev alışveriş merkezlerinin açılması, düşen kurla birlikte ucuzlayan ithal markaların sokak başlarına kadar satış ağlarını genişletmeleri, o ülkenin halkının “ben ne üretiyorum” kısmını sorgulamadan “düşen kurun da kendine kattığı ekstra alım gücü” ile “tüketim çılgınlığına kapılması ve bunu bir de dünyanın en yüksek faizi ile yabancı kaynaklardan, onların Türkiye’deki bankalarından borçlanarak” yapması: o ülkenin “uçuruma doğru” sürüklenmesidir…

Ne güzel değil mi? Bir ülkeye para sokarak finansal pozisyon açıyorsunuz, soktuğunuz para ile kuru aşağı basarak açtığınız pozisyonun karına düşen kur farkını ekliyorsunuz; düşen kur ile sattığınız malın miktarını artırıyorsunuz ve o ülke, bazı akıllılar “100 milyar dolar ihracat yaptık” diye şov yaparken; her 1 dolarlık ihracata karşı 1,2 dolarlık ara malı ve 1,5 dolarlık toplam ithalat yapar hale geliyor… Bunun adı da “ekonomik mucize” oluyor…

Kimse kusura bakmasın ama daha önce defalarca anlatmaya çalıştığım gibi yine bu “sahte” düzene ve bu “sahtekarlığa” sessiz kalamayacağım. Sürüye katılıp, elimde “pembe boyayla” size yalan söyleyemeyeceğim. Ülke “sıcak para destekli” bir alım ile “bütün ekonomik refleks noktalarını” kaybettiği gibi “yabancı para”, soğuk suya atılıp yavaş yavaş “alışarak ölen” kurbağa etkisiyle; ülkeyi, “aşırı karlar elde ettiği bir ortamda” felakete sürüklüyor, içini boşaltıyor. Bunun adı mucize falan değil, bunun adı “çaresizlik”, “acizlik”…

Şu anda üretmeyen Türkiye, para tacirlerinin sunduğu geçici hayallerle derin derin uyutulup elinde avucunda ne varsa sömürülüyor. 3-4 yıl evvel televizyonlarda hep IMF bizi sömürüyor, şöyle yapıyor böyle yapıyor diye yaygaralar kopuyordu. Şu anda Türkiye’de dönen dolaplar, IMF’in yaptığının en az 4-5 katı. Japon ev hanımları gelip milyoner olup çıkıyorlar, var mı böyle vaha gibi bir ülke?

Çözümsüzlük çare değil, ne yapabiliriz? Bir bilgisayar mühendisi olarak, internette büyük bir imkan görüyorum. Koca koca fabrikalar, tesisler kurmadan milyonlarca dolar türkiye’ye para girişi sağlayabiliriz. Nasıl? Şu yazılara bir göz atınız:

IT Devrimi ve Biz -1
IT Devrimi ve Biz -2
Freelancerlik
Para kazanmak isteyen programcılara

Bunların yanında İNGİLİZCE websiteleri açarak Google Adsense gibi reklam hizmeti sunan firmalara reklam hizmeti sunmak ve bununla milyar dolara yakın Türkiye’ye para girişi sağlanması.

Youtube erişimin engellenmesi ve sansür

Milliyet’e konuşan üst düzey bir Emniyet yetkilisi, Youtube adlı internet sitesinin Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı bilişim suçları müdürlüklerinde ciddi bir sıkıntı yaşattığını açıkladı. Yetkili, en büyük sorunun Youtube’un Türkiye’de temsilciliği olmadığından, şikâyetlerin iletilememesi olduğunu söyledi. İşte, Emniyet yetkilisinin ağzından Youtube sıkıntısı:

Sansür deniyor ama…
“Youtube’un Türkiye temsilciliği yok, Türkiye’de muhatap alabileceğimiz kimse yok. Bu işten para kazanan bir site, ancak Türkiye’de bir temsilcilik bile kurmamış.
Youtube’da görüntülerinin kullanıldığını, hakaret edildiğini gören kişi önce siteye e-posta gönderiyor. Yanıt alamayınca bizden yardım istiyor. Ancak sonrasında dönüş almıyoruz. O nedenle, hâkim mecburen engelleme kararı almak zorunda kalıyor. Bu karar alındıktan sonra görüntüyü kaldırmalarını sağlıyoruz. Bu da toplumda sansür eleştirilerine neden oluyor. Ancak başka çare kalmıyor. Ulaşacağımız, görüntülerin sakıncalarını anlatabileceğimiz kimse yok.
Adli süreç ayları buluyor. Kimse bu işe girmek istemiyor, artık bıkkınlık oldu.”
Yetkili şöyle devam etti: “Youtube ile ilgili o kadar çok evrak birikti ki. Atatürk’le, dinle ilgili… Herkes ihbarda bulunuyor. Belli bir noktadan sonra, biz de nasıl baş edeceğimizi şaşırıyoruz. Çünkü, İsmail Türüt olayında sadece bir görüntü vardı, basına yansıdıktan sonra bu konuyla ilgili görüntü ve klip sayısı 100’ü aştı. Sadece bu siteyle ilgili önlem almak istesek, 200-300 kişilik bir ‘Youtube ekibi’ kurmamız gerekli.”

Emniyet yetkilisi, sitede basına yansıyanlardan daha vahim görüntüler de olduğunu belirterek şunları söyledi: “Kişilerin özel hayatlarıyla ilgili görüntüler de yayımlanabiliyor. Öğrenciler okul müdürlerini karalayıcı, ağza alınmayacak küfürlerle bir görüntü yapmış, bunu yayımlamış mesela. Ermenilerle ilgili bir görüntü var, bunu mutlaka şikâyet etmeye gerek yok. Şikâyet ettikçe daha çok dikkat çekiyor. En fazla video, PKK sempatizanı, Atatürk ve Türklüğü aşağılayan konularda… Youtube yetkilileri, Türkçe biliyor mu ki bunları denetleyebiliyor, merak ediyorum.”

ŞÜKRAN PAKKAN İstanbul

css.php